Sen Kimin Silüetisin?

(Bu yazının okunma süresi yaklaşık olarak 7 dakikadır.)

          Kollarını göğüslerinin üzerinde kavuşturdu. Aklı daha önce hiç olmadığı kadar doluydu. Kafasında 3. Dünya savaşını başlatmış, kendine itilaf olmuştu. İttifak ettiği tek olgu uyumla sallandırdığı bacaklarıydı. Zihninin izin verdiği tek şey, istem dışı yapılan fiziksel hareketleriydi. Onun haricinde, beyninin içinde dönüp duran muharebe meydanındaki her düşünce ona cephe almış birer askerdi ve beyninin her bir kıvrımında konuşlanmışlardı. Kafasını hafifçe geriye yatırıp insanların ona garip garip bakmasına neden olacak şekilde kahkaha attı.

Aklındaki savaşları seviyordu. Her insan biraz kendisinin düşmanıydı ve diğerlerinin sahte zaferlerini kendisinin gerçek yenilgileriyle kutluyordu. Yanlışlar hiç olmadığı kadar günyüzündeydi. Masasında duran kahvesinden büyük bir yudum aldı. Dudaklarının kıvrımı aklının vahşiliğine ev sahipliği yaparken gözlerini kalabalık sokakta gezdirdi. Pusuya yatmış bir avcı gibi gözleri, şimdi sokakta insani bir şekilde gezinen adımların sahiplerindeydi. Bazılarını tanıyordu. Tam şimdi kaldırımda salınarak yürüyen kırık kalbi vardı. Bu adamı daha önce bir yerde görmüştü. Elini, hatırlarcasına alnına vurdu. Bu adam evinin en ücra köşesinde kendisini ağlama krizlerine sokan sonra da gözyaşlarının arasından gülümsetendi. 

Adamın yürüyüşleri kendinden emindi, bir kalp kırıklığı ancak bu kadar özgüvenli durabilirdi. Gülümsemesi daha da büyürken yüzünde, adamı izlemeye devam etti. Soğuk geceleri anımsadı, yüzünü gözyaşlarıyla ısıtan soğuk gecelerde verdiği nefeslerle az tanrıyla konuşmamıştı. Ona yalvarmış, dilenmiş ve bu adamı ona bağışlamasını istemişti. Şimdi, adamın bağışlanmayacak anları cebinde taşıdığını gördü. İşte orada, cebinden biraz da olsa hayal kırıklıkları sarkıyordu. Kendisininkilere adamınkiler de karışmıştı. Bu durum aklını karıştırdı. Hangi kalp kırıklığı bu kadar ince düşünceli olurdu ki?

Çantasından sigarasını çıkardı ve yakmak için dudaklarına yaklaştırdı. Adamın hâlâ kendine ait birkaç kırıklığı olduğunu fark ettiğinde duygusallaştı. Sahi kendisini hâlâ onları cebinde tutacak kadar sevmiş miydi? Sigarasını yaktı. Hiç sanmıyordu. Gözlerini devirip kalp kırıklığından ayırdı bakışlarını. Hemen ardından gözleri kalbinin başka bir vakasını yakaladı. Bu seferki o kadar da tanıdık değildi sanki. Diğeri kadar net değildi silüeti. Yüzü ağzı birbirine karışmış bir duyguydu bu, henüz yeni oluşundan gerek diğeri kadar netleşmemiş olmalıydı. Hipnoz olurcasına karşısındakini izlemeyi sürdürdü. Yürüyüşü çok korkaktı. Zaten varoluşunun korkaklığı yüzünden onu da aklındaki birer askere dönüştürmek zorunda kalmıştı ya.

 Bu kalp kırıklığı diğerinden çok daha güçlüydü çünkü silahı daha büyüktü. Beyninden vurulmuşa döndü. İçini nefret kaplarken yüzünü buruşturdu ve sigarasından derin bir nefes çekti. Bu silüetin bir nefret kadar bile ederi olmamalıydı. Bacaklarını sallandırmayı hızlandırdı. Nefret oldukça güçlü bir duyguydu ve ona karşı hiçbir güçlü duyguyu besleyemezdi içinde. Yüzünün buruşukluğu zafer tebessümüne dönüştü. İçindeki nefret söndü ve ruhunu duygusuzluğun sarmasına izin verdi. Sanırım yolu yarılamış gitmekte olan, hissettiği en can yakıcı duygusuzluğuydu. Gözlerini yumdu, düşündüğünden daha çok kalp kırıklığı vardı.

Saçlarını geriye taradı elleriyle ve sigarasını tekrar dudaklarına konumlandırdı. Ve şimdi oldukça kısa bir silüet geçiyordu sokaktan. Bu hepsinden de tanıdıktı. Olsa olsa kendi silüeti olmalıydı gözlerini yerden ayırmadan yürüyen. Yüzünde nefret vardı, az önce ruhunda barındırdığı cinsten değildi ancak bu nefret. Daha somuttu, elini uzatsa silüeti değil de nefretini tutacaktı sanki. Nefreti herkese karşı olmalıydı, biliyordu. Bu silüeti herkesten daha çok tanıyordu. Gözlerini yerden ayırmasının sebebi, bakışlarının bıçaktan keskin olmasıydı.

 Kimsenin bilmediği şeytani bir tarafı vardı ve eğer keskin bakışlarını yerden kaldırırsa başkaları da bunu anlardı. Oturduğu yerde hafifçe kımıldadı, bu silüet en sevdiği karanlık tarafıydı. Zamanı geldiğinde insanların canını yakmaya bayılan bu küçük silüeti kimi zaman kendisi dahi hafife alırdı ancak silüetin sözleri kendi savaşanlarından bile ağırdı. Gözlerini kıstı. Şimdi silüet hızlanmıştı. Kambur omuzları ruhununun derinliklerine bastırılmaktan olsa gerek yorgun görünüyordu. Sanırım ona zaman zaman daha çok fırsat tanımalıydı. Oysa az önceki iki silüeti en güzel o avlardı. Salaklığına üzülerek silüete taparcasına baktı.

Hemen ardından yanına garson geldi. Kahvesini bitirdiğini ancak fark edebilmişti. Garsondan bir fincan daha kahve isterken gözlerini tekrar sokağa çevirdi. Şimdi yüzleri belli belirsiz insanlar sokağın her köşesindeydi. Silüetler yok olmuş yahut yol almışlardı. Derin bir nefes alıp arkasına yaslandı. Onlarla tekrar karşılaşmak güzeldi, hâlâ gözlerinin önüne gelebilecek kadar cesur olmalarını takdir etti. Bakışları sokağın en işlek ve en kalabalık noktasındayken bir şey fark etti. Onca insanın arasında, hâlâ görmemiş olduğu bir silüet daha vardı. Bu, az önce gördüğü adam kılıklı karartılardan daha adamsıydı. Sanıyorum bu gözden kaçırdığı silüet en can alıcı noktasıydı. Gözleri onu görür görmez yaşlarla doldu. O veda edemediği her şeydi. Yüzünde kendi çocukluğu asılı duruyordu, bakışları artık bakamadığı bir çift gözü anımsatıyordu. Ah o gözleri ne çok özlemişti. Kim bilir en son kaç asır önce görmüştü. Silüet kaldırıma sinmiş tam olarak kendisine bakıyordu. Veda edemediği her şeyin kendisinde gözü vardı, onlar da veda edemiyordu. 

Kafasını yana yatırarak gözlerindeki yaşların yanaklarından süzülmesine izin verdi. Bazı vedalar çoktan unutulmuştu, lakin bazıları hâlâ yapılmalıydı. Oysa içinden belki de yüz binlerce kez veda etmişti. Yine de hoşçakal’ın içindeki ’kal’da kalmış olmalıydı aklı. Silüetin gözlerine odaklandı, işte orada, tam orada çok özlediği şeyler vardı. Bazı insanlara veda etmezdiniz çünkü hayatınızdan tamamen yok olacağı fikrine hiç hoş geldin demezdiniz ya, işte bu gözler bu fikre koca bir hoş gelişti. Akan yaşlarını sildi. Silüet de bakışlarını ondan bir saniye bile ayırmıyordu. Silüetin içindeki tüm yarım kalmışlıklar da borcunu almaya gelmiş bir tefeci gibi istekle kendisini tamamlamak istiyordu. Ancak kendisi her yarımın bazen bir tam etmeyeceğini anlayacak kadar büyümüştü. Bu silüet edilmemiş vedaların ve tamamlanmayacak yarımların vücut bulmuş haliydi. Kendisinden çok daha büyüktü ve onu hiçbir zaman alt edemeyecekti.

 Yerinden kalktı ve arkasını döndü. Ağır adımlarla kasaya ilerledi. Söylediği kahvesini iptal ederek içtiklerinin parasını ödedi. Kafasını omzundan geriye hareket ettirerek sokağa baktı son kez. Şimdi, sokakta yarım kalmış hiçbir şey yoktu, bomboştu. Artık asfaltı içi boş ruhlara ev sahipliği yapan bedenler kaplıyordu. Onların adımlarından başka adım yoktu. Gülümsedi, zaten o adımlarla işi yoktu. İşi bitmişti aklındaki savaşla. Henüz kazanmış sayılmazdı ancak en azından bu savaşı yarım bırakmayacaktı. Sokağa doğru ilerledi ve kalabalığa karıştı. Şimdi o da belki başka bir yerde oturup kendisini izleyen bir başkasının kalp kırıklığıydı.

Elbet bir gün geçer bir sokaktan bir silüet, takılı kalır gözleriniz. En büyük yaranızdan yakalayıp ruhunuzu, sürükler sizi sokaklar boyu. Siz de bir gün pencereden acılarını seyreden bir kimsenin en büyük yarasından tutup da ceplerinizde satır satır saklamış olacaksınız. Siz de bir başkasının görüş alanına usulca girmiş bir kalp kırıklığı, birilerinin yarım kalan hikayesi, edemediği vedası ve alt edemeyeceği silüeti olacaksınız. Her birimiz süzüleceğiz bir başkasının sokağının köşesinden, o başkası kahvesini acılarına karşı yudumlarken.

Hikayemize belli belirsiz uğramış olan silüetlere ve silüeti olduğumuzu bilmediğimiz hikayelere…

*Müzik Önerisi: Tuğba Nur Sayımlar – Sisler Ardında

                                          Yazar: Almina Kesler

Görsel Kaynak: Yazara ait.

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.