Rüzgâr’ın Sedası

Zaten bu yüzdendi ya her şey. Tüm bunlar, göremediği, hissedemediği duyguların yoksunluğuydu.

(Bu yazının okunması yaklaşık olarak 4 dakika sürmektedir.) 

Güneşin ilk ışıkları penceresinden girmeye başlamıştı. Sabahın sekizine kurduğu alarm sesini duyamadan yoldan gelen korna sesiyle gözlerini aynı sıkıcı günlerden birine açmıştı. Yavaş yavaş doğruldu. Ayağa kalkıp kahve yapmaya koyuldu. Artık tadını dahi alamadığı bu kahveleri neden yaptığını düşünüyor ama bir cevap bulamıyordu. Düşüncelerini makinanın tiz ve katlanılmaz sesi kesti. Nasıl bir sesti ki bu, böyle kısa bir sürede kendisini sinirlendirmeyi başarıyordu.

Hazırlandı, işe gitmesi gerekiyordu. İş, her türden insana ve onların tuhaf sohbetlerine saatlerce katlanması gereken cehennem. Evden çıktı, durağa indi. Dün, ondan önceki gün yaptığı ve yarın, ondan sonraki gün yapacağı gibi. Her gün selamlaştığı teyze, işte orada duruyordu. Yine telefonla konuşuyor; o yüksek, kızgın, dikkatsiz sesiyse arabaların uğultusuna karışıyordu. Çevresindeki tüm bu olup bitenler, duyduğu tüm sesler; içinde tuttuğu tüm duyguları birbirine karıştırıyor, nefes almasını dahi zorlaştırıyordu. Nihayet otobüs geldi. Ne büyük sürpriz, oturacak yer kalmamış!

Otobüs harekete geçtiğinde geçireceği günü düşünmeye başladı. Çok da zorlanmıyordu bunu yaparken. Masasına oturacak, dosyaları incelemeye başlayacak ve devamlı uyarmasına rağmen dibine kadar gelip bağıran çaycının sesiyle irkilecekti. İçindeki sıkıntı daha da büyüdü. Etrafı izleyip kafasını dağıtmak istedi ama her yer insanlarla doluydu. İneceği durağa en az on beş dakika daha vardı. En azından burada kimse konuşmuyordu. Herkes kendi yaşamının dertlerindeydi. Yüzüne tam tebessüme benzer bir ifade yerleşiyordu ki şoför yaptı yapacağını, tüm aracı inleten tuhaf müziklerden birini açmıştı. Ne gerek vardı şimdi buna? İtiraz etmeli miydi? Belki de dikkate alırdı. Vazgeçti, sonuçta az sonra inecek değil miydi?

Ofisten içeri girdi. Masasına doğru ilerledi. Birden durdu, şaşırmıştı. Kendisinin oturması gereken yerde bir yabancı durmuş kahve içiyordu. Ne oluyor demeye kalmadan arkasından biri seslendi. Döndü, baktı, müdürü nefes nefese kalmış ona bakıyordu:

-Neredesin? Her yerde seni arıyorum!

-Yeni geldim

-Tamam, her neyse. Seni Seda ile tanıştırayım. İşe bugün başlıyor. Ona senin yardımcı olacağını söyledim.

Sesini alçalttı, sanki bir giz verecekmiş gibi konuşmaya başladı:

-Seda patronun bir tanıdığı. Kimseye söylenmesin dediler ama ben seni tanırım, huysuzluk etme işinden olursun! Benden demesi.

Şaşkınlığı daha da artmıştı. İçinde farklı düşünceler dolaşıyor ama hepsi aynı kapıya çıkıyordu. Nereden çıkmıştı bu kadın? Ne öğretecekti ona? Nasıl biriydi? Ne kadar katlanacaktı ona?

Müdür gitti. Baş başa kalmışlardı. Bir şeyler söylemek istiyor ama söze nerden başlayacağını bilemiyordu. Seda bu düşüncesini anlamış olacak söze girdi:

-Merhaba, benim pek bir deneyimim yok ama hızlı öğrenirim. Hiç merak etmeyin zorluk çıkarmam.

Yüzünde utangaç bir gülümseme vardı. Saçının önündeki perçemler; beyaz teniyle dans edercesine süzülüyor, dudağının kenarındaki küçük gamzeleriyle buluşuyordu. Mavi gözlerinde öyle bir derinlik vardı ki insanı düşünmeye zorluyordu.

-Hoş geldiniz, memnun oldum.

Yanına geldi, tam oturuyordu ki durdu. Bir sandalye daha getirmek için etrafa bakındı. Sandalyelerin birçoğu boştu ama yanında yöresinde dikilip konuşan insanlar yüzünden-işle alakalı önemli konular olduğuna emindi(!)- sandalyeyi alıp almamak konusunda kararsızdı. Seda onu bu durumdan kurtardı. Daha doğrusu kendisi etrafa bakarken o gidip alıp gelmişti.

İşe koyuldular. Bütün gün neyi nasıl yapacağını en ince ayrıntısıyla anlattı. Seda haklıydı, gerçekten de çok çabuk öğreniyor, onu yormuyordu. Hatta öyle ki birkaç saatin ardından keyif aldığını hissetmeye başlamıştı.

Zaman geçiyordu, geçerken de etrafın sıkıcı, gece yarısı çatıdan damlayan suyun sesi kadar insanın ruhuna acı çektiren kuru gürültüyü de alıp götürüyordu. Akşam olmuştu. Birbirlerine iyi akşamlar dileyip ayrıldılar.

Durağa indiğinde içindeki sıkıntının uykuya dalmış olduğunu fark etti. Belki bir tavşan uykusuydu bu. Ama uyumuştu işte. Bir süre dokunmayacaktı ona.

Alarm çaldı. Yataktan kalktı ve kahve yaptı. Her ne kadar dünün aynısı gibi görünse de içinden bir şeyler farklıydı. Dünü düşünüyordu, ne olmuştu? Sadece iş konuştuğu bir yabancı nasıl olmuştu da tüm sabahını işgal edebilmişti? “Ama güzel bir yabancı” bu cümleyi kurarken gülümsüyordu! İyice allak bullak olmuştu. Hazırlanıp çıktı. Durağa indi, teyze ile selamlaştı. Kadın telefonda konuşuyordu:

-Üstünü sıkı giyin e mi kuzum benim. Bak sakın aç kalma, ilk tatilde de gel yanıma, özledim. Hadi kapatıyorum canım kızım benim.

Kızı mı vardı? Belli ki uzakta yaşıyor, belki okuyor belki çalışıyordu. Kadını incelemeye başladı. Her gün gördüğü bu yaşlı kadında yeni bir şeyler arıyordu, buldu da. Kadının kulağında işitme cihazı vardı! Demek bu yüzden yüksek konuşuyordu. Daha önce nasıl fark etmemişti?

  Ofise geldi. Seda onu bekliyordu. Heyecanı dünden bile fazlaydı.

-Günaydın Seda Hanım.

-Günaydın Rüzgâr Bey.

Kendisine seslenilmesi hiç bu kadar güzel gelmemişti Rüzgâr ’a. Fırtına, öfke, ne zaman ne yapacağı belli olmayan tutarsız çağrışımlar yerini birden insana ferahlık veren, sakinleştiren, huzura götüren tatlı bir esinti oluvermişti Seda’nın dilinden.

Çalışmaya koyuldular. En son ne zaman biriyle bu kadar uzun ve keyifli çalıştığını hatırlayamadı. Bir bardak kahve içmek için çalışmaya ara verdiklerinde mutfağa gitti. Yine aynı kalabalık, kargaşa ve sohbetler… Uzun zamandır birlikte çalıştığı arkadaşı elindeki fotoğrafı diğer çalışanlara gösteriyor, mutluluktan gözlerinin içi parlıyordu. Ne vardı bu kadar sevinecek? İlk kez kulak kesildi ve konuştuklarını dinleme başladı:

-Bakın ne güzel gülüyor bebeğimiz. Dünyada bundan daha harika bir şey olabilir mi?

Duyduklarına inanamadı, adam baba olmuştu! Oysaki onun evli olduğunu bile bilmiyordu. Her gün gördüğü ve bazen beraber yemek yediği bu adam hayatının en güzel anlarını kelimelere dökerken o kuru gürültü sanıp kınamıştı. Kimse de uyarmamıştı onu. Hoş; kim uyaracaktı, etrafta kimseyi görüyor muydu? O yalnız bir adamdı. Hep öyle olmuştu.

Zaten bu yüzdendi ya her şey. Tüm bunlar, göremediği, hissedemediği duyguların yoksunluğuydu.

Yazar: Makbule Gül Yavuz

Görsel Kaynak: Microsoft Bing AI 

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.