Kuğuya Dönüşemeyen Çirkin Ördek Yavrusu

(Bu yazının okunma süresi yaklaşık olarak 4 dakika sürmektedir.)

“Güzellik, başlı başına bir faşizmdi; dünyanın en adaletsiz dağıtılan şeylerinden biriydi.”
                                                                                (Murathan Mungan – Eldivenler, Hikayeler)

Ilık bir yaz gününde geçiyor masalımız. Hafif bir rüzgar, buğday tarlasındaki başakları dalgalandırıyor. Çiftçilerin yaptığı balyalardan kurtulan birkaç parça saman, oradan oraya uçuşuyor. Etraftaki irili ufaklı göllerin ardında, uçsuz bucaksız bir orman uzanıyor. Bu huzurlu ortamda, köşede kuluçkaya yatmış bir ördek çarpıyor gözümüze. Kıpırdanmaya başlıyor yavaş yavaş, kuluçkadan kalkıyor. Ve yavrular birer ikişer yumurtalarından çıkmaya başlıyor. Küçücük ve olabildiğine sevimliler. Ancak bir tanesi hariç…

Evet, bu masalı hemen hemen hepimiz biliyoruz. Çirkin ördek yavrusunun kardeşleri ve diğer ördekler tarafından dışlanacağını, kendini ararken oradan oraya sürükleneceğini ve daha sonra zarif bir kuğuya dönüşerek mutlu sona ulaşacağını küçükken defalarca dinlemişizdir. Danimarkalı yazar Hans Christian Andersen, çirkin(!) ördeğimizi, fiziksel görünüşünü değiştirerek mutluluğa kavuşturdu. Peki ya böyle bir şansı olmasaydı ne olurdu? Pek çok insan gibi o da, ömrü boyunca aynı bedenle yaşamak zorunda kalsaydı, yine de sahip olabilir miydi içsel huzura?

Nedir bu “çirkin” olmak, önce bunu konuşmak gerek. Yüzünde yaralar olan mı çirkindir, yoksa burnu büyük olan mı? Bir insana çirkin diyebilmek bu kadar kolay mıdır?

Üzgünüm, pek çok kişi bu tuzağa düştü. Sosyal medya, televizyon ve hatta yeni nesil dergi ve kitaplar bile yıkadılar zihinlerimizi. Önce ideal(!) birer kadın/erkek tiplemesi yarattılar. Daha sonra işi abartıp beğenilerimizi bile şekillendirmeye kalktılar. Ne yazık ki, bunu büyük ölçüde başardılar da. Dünyada, belki de %1’lik bir kesimin sahip olduğu özelliklerin, tamamına sahip olmadığımız için mutsuz olduk. Boyumuzun kısalığından, hafifçe çıkmış göbeğimizden, kolumuzdaki tüylerden ve mavi olmayan gözlerimizden nefret ettik. Asla sevilemeyeceğimizden korktuk belki, hiçbir zaman çekici olamayacağımıza hayıflandık. Aynada gördüğümüz insan -ki kendisi ömür boyu bize eşlik etmesi garanti olan tek kişidir- görmek istediğimiz kişi değildi. Yaşadığı dönemde “Cehennem başkalarıdır.” diyen Sartre, bugünü görebilseydi “Cehennem içimizdedir.” derdi muhtemelen.

Peki ya, bu dünyanın çirkin ördek yavruları olan bizler, ne yapmalıyız şimdi? Bizi, sonunda toprağa karışacak bir bedenden daha fazlası olarak gören insanlar yok mudur? Ne zaman öğreneceğiz zarfa değil mazrufa bakmayı?

Bir kez geldiğimiz -en azından ben öyle düşünüyorum- bu evrende, asla değmeyecek kendimizden böyle tiksinti duymaya. Elbet bir gün, ruhuna dokunacağımız ve ruhumuza dokunacak insanlar olacak. Ve elbet bir gün, sevgi kapatacak tüm kusurları. Bizi de sevecekler bir bütün olarak, her şeyimizle. Belki kuğuya dönüşemeyeceğiz hiçbir zaman ama seveceğiz kendimizi diğerlerinden farklı bir ördek olarak. Gurur duyacağız, daha önce kimsenin yürümediği yollarda yürümekten. Başkalarının ayak izlerini takip ederek değil; bize özel engellerle, yine bize özel yöntemlerle baş edeceğiz her daim.

Ve şimdi, sözlerime noktayı koyarken, Victor Hugo’nun “Sefiller” romanından bir alıntıyla baş başa bırakıyorum sizleri:

“Özen gösterilen dış görünüş cilalanıyor, dışarıdan bakıldığında herkes kusursuz. Oysa vicdanlarının derinliklerinde lağımlar, çirkef kuyuları var. Bu döneme şu nitelemeyi bahşediyorum: Kirli temizlik.”

Yazar: Berkant Cödel

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.