
(Bu yazının okunma süresi yaklaşık olarak 4 dakikadır.)
Kitap okumanın bir takım düşüncelerimi, ön kabullerimi değiştireceğini fark ettiğim ilk kitap Jules Verne’nin Ay’a yolculuk kitabı olmuştur. Küçüklüğümün hayal dünyası, erişilebilirlik bakımından sadece gece olma kriteri yüzünden ay üzerine inşa edilmiş; özellikle uyuyamadığım geceler, uzaya ve daha çok aya bakarak fantastik -daha sonraları sinema sektörüyle tanışınca bunların bilim kurgu olacağını öğrendiğim- hikayeler tasarlamak üzerine geçmişti. O günlerde bu kitabı okuyuşumun ardından, Ay’ın benim tasarladığımdan çok daha farklı olduğunu öğrendim. Bir kere benim ayımda çukur yoktu. Yumurta kadar pürüzsüzdü. Bunun yanında, astronotların oksijensiz uzay ortamına dayanıklı özel kıyafetler giydiğini öğrenmek de beni rahatsız etmişti. Çünkü benim o zamana kadar kurguladığım hikayeler de insanlar, Ay’da çoğunlukla günlük kıyafetleriyle yer alıyorlardı ve bu halleriyle hikayeden etkilenme şeklim artıyordu. Ancak ondan sonraki günlerde o kişileri astronot kıyafetleri içine almak hem hikayelerin gerçekliğini zedeledi, hem de beynimi daha fazla kullandığım için uykumu daha çok kaçırdı.
Şimdi o günlerden geçip bu günlere geldiğimde okuduğum kitapların beni hâlâ etkileyebildiğini görüyorum. Bunlardan sarsıcı diyebileceğim bir kitabı; odamda sandalyemin altına tek bacağımı kıvırıp son sayfalarını çevirirken, düşüncelerimin de bir takım virajları daha sert alışına tanık oluyordum. Gözlerim elimde tuttuğum sayfalarda gezinmekten ziyade, kafamın içinde küçük küçük beliren bir düşünce rüzgarına takılıp, neler olacağını izlemeye başlıyordu. Gittikçe sertleşen bu virajların en sonunda çarptığım duvar, zihnimde bir sorunun tekrar tekrar yankılanmasına sebep oldu.
“Ben neden yaşıyoruuuum?” bu soruyu takriben bir diğer cümleyi ekleyişim ve ona verdiğim haklılık ölçüsünde, daha sesli bir şekilde dudaklarımdan dökülüşü, kulaklarım tarafından işitilmeye mecbur kalışımın verdiği çaresizlikle duyduklarım ise şunlardı: “Ha 80 yıl sonra (en iyi ihtimalle) ağrılar, acılar içinde ölmüşüm ha şu an ölmüşüm. Ne fark eder ki?”
Açıkçası bu ilk soruşa, zihnimin bir otomatik düşünce üretemeyişi beni şaşırtmıştı. Sonuçta 20 yıllık bir hukukumuz, yaşayış şeklimiz vardı. Ve bilinçdışımda muhakkak gezinmiş olabilecek birkaç kelimenin bir ânda beni bu kadar sarsacak bir cümle haline geldiği yetmezmiş gibi; bir de zihnimde, ben tarafından fark edilebilecek düzeyde belirmesine kızmıştım. Otomatik düşünce üretmeyen zihnime yönelik iç geçirişimin ardından, benim bu soru için anlamlı bir cevap oluşturmam gerekiyordu. Gariban insanın bu hayatta her işi kendisi çözmesi gerekiyordu, belli ki.
Öncelikle panik yapmamalıydım, “Bu beni o kadar da kötü etkileyemeyebilir” diyeceğim sırada bakışlarım duvarın sıvasını detaylı incelemeye koyuldu (Aslında ben öyle olduğunu zannediyordum.). Gözlerimin bulunduğum yerdeki nesnelere olan bakışı, görme şekli, beynimin nefes alıyor oluşuma yönelik kattığı farklı bir anlam, gündelik hayatta çözemediğim şeylerin anlamsızlaşmaya başlayışı, bedenimin uzuvlarının git gide gerçekliğini hissetmiyor oluşum ve zihnimde parça parça büyüyen karanlık; kendime yönelik verdiğim sakin kalmam yönündeki telkinleri etkisiz kılıyordu. Gerilim müziğinin artan ritmi gibi yükselişini izlediğim paniğim; kulağımın kapıdan gelen tıklatma sesini işitmesine engel olamadı. Annemin, pimini çekip “Yemek hazır!” diyerek ikinci kez salondan bağırışına kadar patlamayı bekleyecek bir bombayı, kapıyı hızlıca açıp kapatarak içeriye salışına tanık oldum. Bağırınca da iyi bağırırdı vesselam.
Birbiriyle çarpışmaması için herkesin gözlerinin ucuyla kaşık trafiğini kontrol ettiği yer soframızda; büyük bir tencerede yediğimiz tarhana çorbasından sonra gelen ana yemeğin eski bir tavada rengini ve şeklini çoktan kaybetmiş domateslerle, patates ve patlıcanın görsel olarak doyurucu, ancak kalori bakımından bir takım yetersizlikler taşıdığını sezinlediğim akşam öğünümüzün ortalarında; odamdayken içimde kıyım kıyım beliren sorunun; zaten yemeğin yeterince dolduramadığı midemde, tekrar bir his olarak kendisini gösterişini elimdeki birkaç parça ekmeği ağzıma attığım sırada fark ettim.
Ancak kısmi olarak aynı ölçüde beliren bu sorunun yanına; yemeğin başından beri süregelen düşüncelerimle zihnimde bir yer savaşı yapıyorlardı. İçinde bulunduğum sosyo-demografik yapı gereği gün içinde sık sık ekonomik kaygılarla yoğrulmuş olan zihnim, bu yeni düşünceler için zaman ayıracağım bir zemine ve alana sahip değildi. Bu bakımdan yemeğimin sonlarına doğru; düşüncelerimin seyri gittikçe hayat kalitemin temelde ekonomik olarak nasıl iyileştireceğime ve mevcut yapının eleştirisine yönelik büyük bir düşünce yığınına geri dönmeye başlıyordu. Anlaşılan şu ân içinde bulunduğum hayatta yaşadıklarım; varoluşsal sancılardan ziyade, varoşsal sancılar olacağa benziyordu. Zaten astronot kıyafetleri de son derece pahalıydı.
Yazar: Burak Bayık