Sürgün

''Kim sordu bize yaşamı? Hangimiz irade ile gelmiş bulunduk? Gözlerimizi açtık, aldığımız nefes ciğerlerimizi yaktı ve ağladık. Böylece bu hayata zorunlu kılınmadık mı?''

Öncelikle belirtmeliyim ki yazımın belirli bir düzeni olmayacak. Ne hakkında yazacağıma da henüz karar vermedim. Bu yazıyı görüp görmeyeceğini bilmiyorum çünkü bu yazıyı ne amaçla yazdığımdan da emin değilim: Bu yazıyı birileriyle bir şeyler paylaşmak için mi yazıyorum yoksa bu gırtlağımda sıkışıp kalan çığlığımın yalnızca ben tarafından duyulacak olan bir yansıması mı? Bilmiyorum.

Kulaklarınıza güzel kelimeler fısıldamayacağım ve sözlerim sizi kıldan ince köprülerden geçirecek kadar önemli de olmayacak ama ben yine de konuşacağım. Sayın okuyucu ve pek sayın olmayan kendim, hazır ol; meçhuliyetin evcilleşmemiş atıyla geliyorum. Hayat denince aklınıza gelen nedir? Nasıl bir tablo betimliyorsunuz mesela?  Mavi göğe uzanan heybetli ağaçlar, sahili döven deniz, bir çocuğun kahkahası ya da belki öpüşen bir çift… Öyle ya, yaşam dediğimiz aşkın doğal biri sonucu değil midir?

Benim aklıma, yaşam dendiğinde çatlak ve kurak bir toprağa kazınmış bozukça bir patika gelir. İnsan, bu patikayı yürümekte olan, dudakları susuzluktan çatlamış ve yara olmuş, bir deri bir kemik birisidir. İnsan bu hayata sürgün edilmiştir. Kimilerine göre Tanrı tarafından gönderildik, kimi için ise bazı rastlantıların sonucuyuz. Ne şekilde olursa olsun, kendimizi hayat denilen bu yolu yürümeye zorlanmış bir biçimde bulmadık mı? Kim sordu bize yaşamı? Hangimiz irade ile gelmiş bulunduk? Gözlerimizi açtık, aldığımız nefes ciğerlerimizi yaktı ve ağladık. Böylece bu hayata zorunlu kılınmadık mı?

İnsan dediğimiz; dostlarına, sevdiklerine, ailesine, nefret ettiklerine -kısaca hayatına dokunmuş ve dokunmakta bulunanlara yani- rağmen yalnız yürür. Yukarıda demiştim ya “çatlak ve kurak bir toprağa kazınmış bir patika” diye… Bize dokunanları yürürken görmeyiz, ancak patikayı toprağa kazan yalnızca bizim adımlarımız değil, onların da adımlarıdır. Bu şu anlama gelir: Adem’in patikasını toprağa işleyen hem Adem hem de Havva’dır, Adem yalnız yürüse bile. 

Aklımıza neden yürüyoruz sorusu gelir kimi zaman. Kimimiz cevabı dinlerde arar: Tanrı emrettiği için yürümek, cennet için yürümek, kurtuluş için yürümek… Kimimiz cevabı yol üzerinde ve bu dünyada bulmaya çalışır: Büyük fikirler, vatan, işçi sınıfının kurtuluşu ve aşk… Kimimiz ise tüm yolu bunun cevabını bulmak üzere yürür.

Bana gelince, ben… Ben, domuzuna yürüyorum. Benim yürüyüşümde bir inat vardır. Bu yolun sonunda bir cennet ya da cehennem olduğuna inanmıyorum. Kendimi bu dünyada adayabileceğim büyük ideallerim de yok. Ben, güzellikler için değil, tüm kötülüklere inat, ayağıma taş koyanlara inat, düşersem güleceklere inat, buraya iradem dışı sürgün edilmişliğime inat, eğer varsa bir Tanrı; beni hayatla şereflendirmişliğine inat, cevapsızlığa ve bu saçmalığa inat yürüyorum. Düşmana inat bir gün daha yaşıyorum. Anlamlı olduğu için değil, anlamsızlığa inat ve rağmen yaşıyorum. 

“Mataramdaki suya tuz ekledim, azığım yok/ Uzun yola çıkmaya hüküm giydim.”

Yazar: Umut Kebabcı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.