(Bu yazının okunma süresi yaklaşık 3 dakika sürmektedir.)
Ömrünü çocuklarına adayan annem, hayatıma dokunan arkadaşlarım, öğretmenlerim ve enkaz içinde can veren tüm canlar anısına…
Yağmurun her damlası, yeryüzüne sunulmuş özür gibiydi adeta. Kırgınlıklar, küskünlükler gözyaşları… Ağlıyordu adeta ürkmüş bir çocuk gibi gökyüzü. Sanki en sevdiğini kaybetmiş, dünyası başına yıkılmış gibi… Biliyor gibiydi bunun son veda olduğunu, elinden gelen bir şey olmadığını. Sen hiç kaybettin mi evini, hayatını, şehrini? Bazılarımızın kapattığı o ışıklar bir daha hiç yanmadılar. Bazılarımız bir daha uyanamadı, bazılarımız soğukta donarken bazılarımızın içindeki o ateş hiç sönmeyecekti. Birilerine kırılır, birilerini kırarız. En çok da hiç ölmeyecek gibi yaşarız. Bir nefesle geldiğimiz bu hayattan bir nefesle gideriz aslında.
“Birden gelir kış fark etmezsin,
Kalbinde siren sesleri,
Batar gemilerin bu yağmurlar yüzünden.”
Hepimiz yarına bir planla koyduk o yastığa başımızı. Gök yırtılıyordu adeta sevdiklerimizi alırken. Yer kabuğu hiddetle homurdanıyordu. Hayatın sunduğu son nefesti bize. Hepimiz öldük ama bazılarımızı gömdüler. O gün nefes almak, ölmekten; kabul etmek, bilmekten zordu.
“Birden giderler fark etmezsin,
Kalbinde siren sesleri,
Ağlarsın belli olmaz,
Bu yağmurlar yüzünden…”
Gözyaşlarımızın kurumasına izin vermiyordu yağmur. Bundandır ki ne zaman yağmur yağsa içimizdeki toprak ıslanırdı. İnsan demek unutmak demek; yaşadığı her şeyi unutabilmek, demek. Belki de alışmak… Acımız önce bir okyanus, sonra bir deniz ve en son da bir göl oldu aktı içimize. “Hepimiz eski hallerimizin enkazlarıyız aslında.” Hala varız, hala görünüyoruz ama asla eskisi gibi olamıyoruz. Ağız dolusu gülüşlerimiz yok, bazı hayallerimiz de ama yaşıyoruz çünkü insan demek unutmak demek. Yaşadığı her şeyi unutabilmek demek. İnsan önce alışır, sonra unutur. Eğer bir yara kabuk bağlamazsa iyileşemez.
Sen hiç ölümle, ölümlerle tanıştın mı? Kaybettin mi şehrini, evini, en sevdiğin kupanı, peki ya kendini kaybettin mi? Hepimiz biraz yalnızızdır aslında: içeride bir yerlerde. Yalnızlık, bir okyanusta yaşamak gibi. Öylesine kalabalık bir o kadar da tek başına…
Uyuyordu. Uyandığında kül rengi bulutlar toprağı yıkıyor olacak nergis kokuları yağmurun toprağı kucaklamasıyla birleşecekti. En azından öyle tahmin ediyordu. Kim bilebilir ki hayatının dakikalar içerisinde alt üst olacağını? Uyandı. İçini ölümle kaplayan bir korkuyla uyandı. Yer altından kayıyordu sanki. Hayır hayır. Kayan yer değildi. Hayallerimiz, umutlarımız ve sevdiklerimiz kayıyordu ellerimizden, diye düşündü. Kalbinin en orta yerine bir ağrı saplandı göğsünü yırtarcasına. Aklından sadece “Sevdiklerim hala nefes alıyor mu?” düşüncesi geçiyordu. Bu düşünce bedenini ele geçirirken korkuyordu; çatırdıyordu yıllardır içinde mutlu olduğu, tüm dertlerini yaşadığı çatısı. Korkuyla kendini ve sevdiklerini kurtarmak için kapıya yöneldi. Herkese yaşam dağıtıyordu nasır tutmuş elleri.
Ömrü boyunca bir tebessüm içindi çırpınışları. Son nefesini verirken bile başkalarının nefes alabilmesi için kullandı şansını. Her gün onlarca kez açılan o kapı ebediyen kapanmıştı. O kapının ardında neler yaşansa da yaşamayı seviyordu. Ne oluyordu bana? “Korkuyordum, telaşlıydım.” diye düşündü. Gözlerimden yaş mı geliyor? O koku da ne? Burnuma nem, çimento ve toz kokuları geliyor. Hareket edemiyorum. Gürültü bitti. O da ne! Canım yanıyor. Gözlerim kapanıyor. Üşüyorum. Hayır içim yanıyor. Galiba ölüyorum.
Belgin Okay