PARMAK İZLERİMİZDEN YANSIYANLAR

''Yaşadığımız gezegende ve oynadığımız hayat sahnesinde görülebilir olmak istiyorsak başkalarının ışığı altında sadece gölgede var olmayı bırakmalı, kendi yeteneklerimiz doğrultusunda kendi rolümüzü en iyi ve farklı şekilde oynayıp ışığımızla görünür olmalıyız.''

Biz insanlar aslında “biz” kelimesinin içine sığamayacak kadar farklıyız. Ama bu fark sadece elle tutulabilen ve gözle görülebilen somut şeyler değil. Öyleyse neden başlıkta somut bir nesneden kaynaklanan en önemli farkımız olan parmak izi var diyebilirsiniz; hiç düşündünüz mü o izlerden yansıyanlar sadece görebildiğimiz kadar mı diye? Bence değil. Mesela zekâmız ve yeteneklerimiz belki de parmak izlerimizden yansıyan en önemli farklarımızdandır. İlk olarak zekâdan, kendimce bahsetmek istiyorum. Zekâ bence herkeste olabilecek kadar eşit ve seviyesi herkeste değişebilecek kadar eşitsiz bir kavram. Ama eşit’sizliğin içindeki saklanmış olan eşit’i fark etmek gerekir.  Her insan, zekâsını yetenekleriyle bileyebildiği özgür ortamlarda yaşayamıyor maalesef ki güneşi düşünelim, her yerde herkese doğar ama kimileri perdesini açmaz ya da kimilerinin hayata baktığı pencereleri zemin kattadır, güneş onlara az görünür… Zekâ da bunun gibi herkeste varken, herkeste aynı varoluş etkisine sahip olamıyor. Peki yukarı katta oturan birisi zemin katta oturan birisini -aynı (!) güneşi göremediği için- yargılayıp suçlayabilir mi? Hayır. O hâlde neden hayatta aynı durumları, nesneleri vb. faktörleri karşımızdakiyle aynı oranda anlayamadığımız zaman onu ya da kendimizi suçlu, eksik hissedebiliyoruz? Farklılıklarımızı daha tam olarak hissedemeden onlara yargısız infaz yapıyor ve onları bir eksiklik gibi algılıyoruz. Belki de biz matematik temelimizi, yaşam binamızı inşa etmeye çalışırken iyi atamamış insanlarızdır. Sadece bize bir şeyler kattığını düşündüğümüz toplamaya önem verip sanki bizim eksikliğimizi gösteren çıkarmayı sonucunda fark buluyor diye yaşam temelimizin karışımına katmamışızdır! Ama bilemedik ki o karışımın en önemli malzemesiydi. Bizim yaşam binamızı sağlam yapacak diğerlerininkinden farklı kılacaktı. Temeli sağlam olunca binamıza daha çok kat çıkabilecek ve güneşi daha iyi görebilecektik! Bir de günebakan bitkisine bakalım, onu diğerlerinden ayıran belki de en anlamlı farkı günün belli saatinde kendini güneşe çevirebilmesidir. Peki o, bu farkı bir eksiklik gibi görüp diğerleri gibi olmak uğruna saati gelince güneşe doğru dönmeseydi ne olurdu?  Bu kadar güzel olamazdı, sarının etkileyici tonunu çehresinde barındıramazdı, dünyaya sımsıcak ve kocaman gülümsermiş gibi bakamazdı. Diğerleri gibi olurdu ya da kendi farklılığını eksiklik sanıp diğerlerinden bile kötü olabilirdi. Bu durumda, insanlar yoldan geçerken sırf onun gibi farklı bir canlıyla fotoğraf çekilebilmek için arabalarını durdurma gereksinimi duymaz, tıpkı birbirine benzeyen diğer bitkilerde olduğu gibi sadece bakıp geçerlerdi. Ya da gökkuşağı… Hiç düşündük mü gökkuşağı neden bu kadar dikkatimizi çekip bizi kendine hayran bırakır? Sahi bütün renkleri aynı olsaydı da dikkatimizi bu kadar çekebilir miydi? Ama o aynı olmayı reddedip bütün farklılıklarını kucakladı. Bu sayede benzersiz olmayı başarabildi. Sadece sarı olmadı, yeşil de, kırmızı da… Hepsi oldu, bütün farklılıklarıyla benzersiz olmayı kabul etti. Zaten bütün benzerliğiyle bu kadar benzersiz olamazdı… İsimlerimiz mesela, herkesin ismi aynı olsa kendimizi bu aynılıklar hengâmesinin içinde bulamazdık, hapsolurduk. Zaten hapsolmuş insanların da özgürlüklerini kaybetme sebepleri benzer değil midir? Her anlamda hapishaneler birbirine benzemiş, bir farkı kalmamış insanlarla dolu değil mi? Dışarıdaki özgürlük; farklılığı ister, benzerliği savunan insanlar da kendi hapishanelerinde kalmaya mahkûmdurlar. Benzer ya da aynı suçları işleyen insanlar aynı odanın içinde aynı ranzalarda yatmak zorunda kalırlar. Onlar gibi olmak istemeyen, farkı olan insanlar da her biri farklı evlerde ve yataklarda rahatça uyurlar. Çünkü farklılık, özgürlüktür; aynılık ise mahkûmluk! Ya yeteneklerimiz! Onları hiçbir şekilde küçümseyemeyiz. Özgürlüğün içindeki özün bir kısmı da yetenektir. Herkes yaşam sanatının sanatçıları olmaya çalışır, herkesin yeteneklerine göre yaptığı sanat da farklı olur. Yeteneklerimizi görmezden gelip diğerinin sanatına benzemeye çalışırsak hayatta sadece nüfus kimliğiyle varlığını sürdüren insanlar olabiliriz. Bu da sadece nefes alıp verdiğimiz sürece bizimledir. Ama yeteneklerini fark edip benzersiz olmak isteyenlerin daha farklı ve kalıcı bir kimlikleri olur bu hayatta ve insan bu dünyadan gittiğinde bile o yaşamaya devam eder, bizim varlığımızı bizden sonra da yaşatabilir. Şimdi ben bu soruyu önce kendime sormak istiyorum, gerçekten de hayatta sadece nefes alabildiğim sürece mi var olmak istiyorum? Hayır. Ben ardımda “ben” olabilmiş izlerimi bırakmak istiyorum. Ama bu izlerimi birinin takip edip benim gibi olması için değil, benim bıraktığım izlere basmadan kendi izlerini bırakabilmesi için istiyorum. Yaşam sanatında ne kadar farklı ve etkileyici izler bırakabilirsek her birimiz o kadar kalıcı da olabiliriz. Geçicilik benzerlikten gelir, kalıcılık ise ne kadar farklı olabildiğimizden… Mesela kaktüsü düşünelim, diğerlerinden ne kadar da farklı bir tür ve kendini onlardan ayıran yeteneğe sahip. Dikenleriyle benzersiz olup uzun süre susuz kalabilme yeteneğiyle de kalıcı olmayı başarabiliyor. Evet, kalıcılık… Bu kalıcılığı diğerlerinden farklı olan yeteneği sayesinde başarabiliyor. Zaten diğerleri gibi olsaydı kalıcı da olamazdı. Hayat bize sunulan kocaman bir sahne, dünya da bu sahnede olup bitenleri protokolden izleyen en önemli seyirci bizler her biri farklı rollerde oyuncularız, bu farklılıklarımız da yeteneklerimiz sayesinde oluşuyor. Yeteneklerimizi görmezden gelir de başkasının rolünü çalmak ya da onun gibi oynamak istersek sahnede sadece vücut olarak bulunabilir ve sahne ışığını hiçbir zaman kendi üzerimize çekemeyiz, başkası gibi olmakta ısrar ettiğimiz sürece, bir başkasının gölgesi altında kalırız ve en önemli seyirci olan dünya gölgede kalanları en önden bile göremez. Yaşadığımız gezegende ve oynadığımız hayat sahnesinde görülebilir olmak istiyorsak başkalarının ışığı altında sadece gölgede var olmayı bırakmalı, kendi yeteneklerimiz doğrultusunda kendi rolümüzü en iyi ve farklı şekilde oynayıp ışığımızla görünür olmalıyız. O zaman oyun bittiğinde alkışlanan biz oluruz. Hiçbir seyirci özellikle de dünya alkışlananları unutmaz! Hayatta da unutulmak için yaşamıyoruz, bu yüzden her zaman hatırda olmalıyız. Bu da farklılıklarımız sayesinde olur. Şimdi beynimize odaklanalım, neyi hatırlar sizce? Aynı olanları çoktan unutmuştur. Ama farklılıklar öyle mi? Onlar unutulmaya tamamen uzaktır. Bir kitap okuduğumuzda bile bu böyledir, bize farklı gelen yerlerin altını fosforlu kalemlerle çizeriz. Aynı olanlar ise sadece okunmuştur. Sonra o kitabı bitirdiğimizde aklımızda kalan, o altı çizili yani diğer cümlelerden farkı olan yerlerdir. Tekrar okumak istediğimizde bile çizili yerleri okuruz, diğerleri zaten aynıdır yani tekrar okumaya gerek yoktur. Ya da bir şarkı mesela… En çok hatırladığımız yer nakarat kısmı değil midir? Çünkü o kısım hatırda kalabilecek farklılıktadır; ritmi, notaları kısaca etkisi farklıdır. Şarkıyı tekrar dinlediğimizde veya söylediğimizde en çok o kısmı hatırlarız. Aslında her fark bir yeteneği içinde barındırır da bunları bize bazı durumlarda dolaylı bazense doğrudan gösterir. Ben de zekâ ve yetenek etrafında bu farklılıkları, farklı biçimlerde anlatmak istedim. Yani hayatta yeteneklerimizin ve zekâmızın farkında olup diğerleri gibi değil de kendimiz gibi olmaya çalışmalıyız. Böylece kendimizi eksik ve yetersiz hissetmez, “Benden olmadı, başaramadım.” gibi insanın kendini fark etmesini engelleyen, zekâsını ve yeteneklerini küçümseyip sömüren düşüncelere kapılmayız. Belki de bizler olmadığımızı düşündüğümüz noktadan sonra, diğerlerinden ve diğerleri gibi olmaktan kurtulup cümleye büyük harfle başlayıp aslında o zaman kendimizi fark edip “ben” olabiliyoruz. Olmamaktan da korkmamalıyız, insan böyle düşündüğü andan itibaren kendi gibi olmaya başlıyor; heybesi o zaman doluyor; çünkü diğerlerinden sıyrılıp kendi gibi olmasına katkı sağlayanları koyuyor heybesine! Dolu dolu yaşamaya o zaman başlıyor. Sonuçta yaşamak kelimesinin mastarı yani sonu herkes için aynı, önemli olan bu kelimenin kökünü nasıl farklı kılabildiğimiz. Bu da parmak izlerimizden yansıyan soyut yansımalara da dikkat edip önem vermekle olur. Unutmayalım ki farklılıklarımızın hepsi somut değil! Bu durumda diğerlerine benzemekten ve aynılıktan kurtulabilen yani özgürlüğe sarılmış insanlar, soyut olan farklılıklarını da algılayıp kendi somut varlığıyla birleştirip bütün olmayı başarabilenlerdir. Yazımın başlığında da bunu anlatmak istedim. Sonuçta parmak izlerimizden direkt olarak görebildiklerimiz bizim somut olan farklarımız ve bu farkları çoğu insan zaten görebiliyor. Önemli olan dolaylı olarak algılamamız gereken yani bize kendini doğrudan göstermeyen parmak izlerimizden yansıyan soyut farklılıklarımız. Hayatta bu yansımayı fark edip kendi hayat sahnesinde rol alırken bunu ışığı yapabilen insanlar başkalarının gölgesinde görünür olabilmek için çırpınmaktan kurtulup kendine has yansımalarıyla dikkatleri üzerine toplayıp oyunun sonunda sahnede ayakta alkışlanan kişi olabilecektir. Daha öncede düşünüp belirttiğim gibi hayat sahnesinde hepimiz “Yaşamak” adlı oyunu oynuyoruz. Ama kimileri başkalarının ışığının altında gölgede kalacak, kimileriyse kendi ışığıyla oyun sonunda alkışlanacak! Bu da soyut farklılıklarımızın yansımasını fark etmekle olacaktır!

Oyun bittiğinde kendi ışığı sayesinde fark edilip alkışlanmak isteyen oyuncu…

Yazar: Cansu Akyayla 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.