Hani bazı günler vardır, sabah yataktan kalmak için bir neden bulamazsın. Uykun kaçmıştır veya sıkılmışsındır da ancak öyle kalkarsın. Bir tembel hayvan edasıyla yaparsın kahvaltını. Ayakların yerlerde sürünür. Dişlerini fırçalamak bile anlamsız gelir, öylece çıkıverirsin dışarı. İşe, okula, seni şu anlamsız hayatında meşgul edecek neyse ona doğru yol alırsın. Buruk bir melankoli vardır içinde. Soğuk havayı yüzünde hissetmek iyi gelir. Sonbahar yaprakları ve yağmurlu hava…
İşte bu öyle günlerden biri değildi. En son ne zaman öyle bir günüm olmuştu hatırlamıyorum bile. Çünkü son zamanlarda melankoli bile aranan bir duygu olmuştu. Hayat ne benim için bekliyor ne de ben ona yetişebiliyordum. Siyah pencereli makam arabaları olur ya dışarıdaki hiçbir renk iç açıcı değildir, öyle bakmaya alışmıştım. Sanki kafanın tam arkasına arılar yuva yapmış ve tüm gün boyu vızıltı ve uğultu çıkarıyormuş gibi ne elle tutulabilen ne de inkâr edilebilen stresin artık bilincinde bile olamıyordum. Günlerim, üç gün sonra hatırlayamayacağım anılar çorbası halinde geçip gidiyordu. Bilincimi çok açıp karşıma çıkacak binbir türlü dertle karşılaşmamak için otomatik pilota bırakmıştım. İşte öyle bir gündü o gün.
Şemsiye taşıtmayacak ama yine de ıslatan yağmurlardan birisi yağıyordu. Taş caddede herkes başının üstünde en sağlam veya en değersiz gördüğü şeyi tutup koşuşturmaya devam ediyordu. Arada bazı melankolikler vardı ıslanmak hoşlarına gidiyordu. Ben ise bir kahvecide oturmuş dışarıyı izliyordum. Son zamanlarda edindiğim bir zevkti bu. Kahvecilere para vermekten çekinmeyi bırakmıştım. İlk başlarda alkollü içeceklere baktığım gibi bakıyordum kahveye. Tatları pek farklı değildi değişik seçeneklerin. Tabii ki bira, rakıdan farklıdır fakat bir birayı diğerinden hala ayıramam. Aynısı sütlü kahve, filtre kahve gibi farklılıklarda da geçerli. O yüzden sütlü kahvenin fiyatı en önemli kıstastı benim için. Fakat sonradan kahvecilere kimsenin kahve için gitmediğini fark ettim. Kahveyi cidden sevenler kendi evlerinde yapıyordu. Garip bir gururla karışık kahve zevki için ciddi paralar ve vakitler ayırıp adeta kahvecilere güvenmiyorlardı. Bu kafelere, kahvecilere gelen insanlar ya benim yaptığım gibi pencereden dışarıyı izlemek için ya da arkadaşları için geliyordu. Bu pencereye bilgisiyar, telefon da dahil tabii ki. Evden kendini atma çabasıydı bu. Adeta bir yalnızlık klostrofobisi. Göz çevresinde bir insanın varlığı, kulak misafiri olunan konuşmalar şu yalnız hayatta bağlanmaya korkan insanlar için can simidi gibiydi. Benim de uğrama nedenim buydu zaten. Otomatik pilottan kendimi ayırabildiğim nadir yerlerden birisi. Çünkü insanoğluna olan merakım belki de benim hala yaşamaya devam etmemin yegâne sebebi daha ağır basıyordu her şeyden.
İnsanları izlemek, seslerini duymak, hikayelerini dinlemek beni benden alıyordu. Müzik dinlemek bile istemiyordum. Böyle ortamlarda adeta evsiz bir kedi gibiydim. Çalışanlara, insanlara oldukça kibar ve nazik davranıyor bir tas mama yerine hoşgörü ve kabullenmişlik bekliyordum. Kendimle baş başayken hissettiğim huysuzluk eriyip gidiyordu.
Her şey gibi kahvecide oturmanın da bir ritüeli var hayatımda. Mekâna girdiğim gibi masalara göz attım. Dörtlü masalara oturup gereksiz yer kaplama veya başkasının yanıma oturabileceği düşüncesi nahoş geldiğinden ikili masaları gözüme kestirdim. Sosyal olarak kendine güvenmeyen herkeste olduğu gibi mekânın ortasındansa kenar hatta mümkünse pencere kenarı yerlere bakmıştım. Kış günü olmasıyla büyük bir şans olarak ikili pencere kenarı sırtı duvara bakan bir yer bulmuştum. Sonra ilk önce sandalyede otururken montu çıkarmakla debelleşmemek için oturmadan montumu ve atkımı çıkardım. Boş mont ceplerimden neyi çalabileceklerini bilmesem de montumu oturduğum sandalyenin arkasına asmaktansa karşı sandalyeme koydum. Bu tür gereksiz inançlar ve hareketler zaten dertli başıma başka dert açmayayım diye yapıp daha da dert açmama neden oluyordu. Ama böyle ritüeller kendimi otomatik pilota bırakmamı ve gerçekliğin o boğucu baskısından kurtulmamı sağlıyordu.
Bunları yaparken tabii ki de eğer otururken yüzünü göremeyeceğim birisi varsa onların yüzüne bakmayı ihmal etmedim. Garip bir şekilde oradaki kimseyi gözden kaçırmak istemiyordum. Belki de maymun iştahlılıktır bu. Ya daha ilginç birisini kaçırırsam korkusu…
İşte sonra da duyularımı açma vakti. Orta yaşlı amcaların politika konuşmaları, uzakta bilgisayar başındaki iş kadınının telefondaki ciddi görüşmesi… Tabii bunlar böyle kısaca söyleyince pek ilginç durmuyor fakat asıl dikkat çekici noktalar için diğer kısımları elemek lazım. Mesela pür dikkat dinlemeseydim amcaların hafif ırkçılık kokan komplo teorilerini duyamayacaktım. Çevremin duyarlılığı sağ olsun muhtemelen o an başka bir yerde olsam böyle bir şeyin varlığından bile haberim olmayacaktı. Keşke detayını şimdi hatırlayabilsem ama aklımda kalan çoğu anıda olduğu gibi o değişilemez histi.
Kahvecileri o yüzden biraz da benzin istasyonlarına benzetiyorum. Bilmem kaç saatlik yolun ardından bacaklarını açabileceğin mola yeri… Günün yoğunluğunu, derdini, kirini ve gürültüsünü o kapıdan dışarıda bıraktığım sağlıksız sosyalliğimi daha da sağlıksız yollarla tatmin etmeye çalıştığım yer. Ama tabii bu geçici huzur kahve bitene ya da soğuyana kadar. Sonra yine pilot otomatikleşmeli. Bilinç kapalı bir şekilde çıkmalı yağmura. Sanırım herkesin “Nasılsın?” sorusuna cevap verdiği “İyiyim.” aslında bu durumdan ibaret. Ruhsal buhran içinde en ufak huzur veya melankoli kırıntısını hissedince kalifiye görüyor kendini insan bu cevaba. Belki de bizler de mutlu olmak için yaşamıyoruzdur aslında hedonistlerin dediklerinin aksine. Belki de herkes kendi küçük kahvecisini arıyordur hayatta. Durmak bilmeksizin yağmur ve aralarda başımızı sokup dinlendiğimiz kahveciler…
Yazan: Umut Berk Dönmez