Güneş Yerinde

(Bu yazının okunma süresi yaklaşık 3 dakika sürmektedir.)

“Nebatat bağırmaktadır/ Günaydın mutfak/ Günaydın bulaşıklar/ Günaydın lan yaşamak”
(Gündeste, Ferhan Şensoy)

Perdelerin arasından sızan ışık, cam vitrine vurduğunda hoş bir hâl alıyordu. Bir süre vitrindeki hiç kullanmadığım bardakları, bir süre ise salonun geri kalanıyla oldukça uyumsuz gözüken orta sehpayı seyrettikten sonra, saatin kaç olduğuna bakmak için telefonuma attım elimi. Henüz, dokuzu on altı geçiyor olması, canımı hayli sıkmıştı. Uzandığım yerden doğrulup sehpanın üzerindeki suyu kafama diktim. Neden almıştım ki bu sehpayı? Ne duvarların ne de diğer eşyaların rengiyle alakası yoktu. Kullanışlı değildi; koltukta otururken üzerine atıştırmalık koymak için fazla kısa, başka bir yere taşımak için fazla ağırdı. Buraya ait olmadığı aşikârdı. Belki de başka birinin salonunun en gösterişli parçası olabilirdi. Birinin hayatında, güzel anılara tanıklık edecekti belki. Her koşulda, ait olmadığı bir yerde, “uyumsuz” olarak adlandırılmayı hak etmiyordu. En kısa sürede bu işle ilgilenmek üzere karar vererek, mutfağa doğru yöneldim.

Yıkamaya sürekli üşendiğim bulaşıkların rakımı gittikçe yükselmiş, mutfağın içinde özerk bir bölge olmayı hak etmişlerdi. Birkaç aydır bozuk olan bulaşık makinesine de el atmalıydım. “Cumartesi,” dedim kendi kendime. “Cumartesi bir usta çağırır, önce makineyi tamir ettirir, sonra da orta sehpayı kendisine hediye etmeyi teklif ederim.”

Bulduğum bu akıllıca çözüm karşısında, birkaç saniye de olsa gurur duymuştum kendimle. Neyse ki çabucak arınabildim bu saçma histen. Hızlıca bir duş alıp çıktım evden. Apartmanın girişindeki kedilere göz ucuyla baktıktan sonra, caddeye çıkıp hızlı adımlarla metroya doğru yürümeye koyuldum. Bir arkadaşım, aylar önce ziyaretime geldiğinde söylemişti bu kedilerden birini eve almamı. Hem yalnızlığıma iyi geleceğini, hem de kedi için iyi olacağından bahsettiğinde, oldukça ısınmıştım bu fikre. Sonra vazgeçmiştim. Sorumluluktan kaçtığımdan ya da hiçbir canlının bana maruz kalmayı hak etmediğini düşündüğümden… Ne olursa olsun, kedileri görmek iyi gelmiyordu bana bir süredir.

Metroya vardığımda saat on biri bulmuştu. Kalabalık değildi. Olsa da sorun yoktu. Birkaç ay önce, Kadıköy’e daha yakın olmak için taşınmıştım buraya. Sadece üç durak… Taşındığımdan beri ise hiç uğramamıştım en sevdiğim semte. Hayat bazen böyledir. Yakınlaştığımız yerlerle uçurumlar oluşur aramızda.

Sadece üç durak sonra, metro istasyonunun iskele tarafındaki çıkışından çıktım. Amaçsızca attığım birkaç adımdan sonra, gidecek hiçbir yerim olmadığı gerçeği, birdenbire belirdi karşımda. Eskiden, beni buraya getiren sebebi ne kadar özlediğimi fark ettim. Bu tehlikeliydi. Telefon rehberimi karıştırdım hızlıca. Doksan altı kişi içerisinde, arayıp çağırabileceğim kimsenin olmaması kötüydü. Adımlarımı hızlandırdım. Yeni açılmış olduğunu düşündüğüm kafelerden birine girip kahve istedim. Bir süre, kafamı hiç kaldırmadan, yanımda getirmiş olduğum mizah dergisini okudum. Son sayfayı kapattığımda, içeri girdiğimde boş olan masaların tamamının dolmuş olduğunu gördüm. Neşeli oldukları her hâlinden belli olan arkadaş grupları, sarılarak oturan birkaç çift, içime çöken ağırlık… Neden onlardan biri olamadığımı sorgulamak hatasına düşmemeye çalışsam da, artık çok geçti. Olamadım mı gerçekten? Sorumsuz, soğuk, sıkıcı ve ölümüne öfkeli olmasaydım, yine de yalnız kalır mıydım? En başından beri mi böyleydim, kanımda dolaşan şey bu muydu? Yoksa, buna dönüşmeme sebep olan zaten onlar mıydı?

Hesabı ödeyip kalktım kafeden. Sahile uğrayıp eve dönmek, bugün için fazlasıyla yeterliydi. Mutlu anılarım da vardı burada. Bu sahilde, şimdilerde bakmadan geçtiğim kafelerde, bu semtin sokaklarında keyifle yürüdüğüm anlar, anılar…

“Düşünmek yok,” dedim. “Düşünmek seni öldürür.”

Sahilden hızlıca uzaklaşıp metroya ulaştım. Üç durak, sadece… Geldiğim yolan geri döndüm eve. Apartmanın kapısını açmak üzereyken, göz göz geldik… Küçük, sarı bir kedi yavrusuydu. Eğilip kucağıma aldım onu. Düşünmeden. Düşünmek, beni öldürecekti. Evime girdiğimde, ani bir hareketle kucağımdan zıplayıp salona doğru koştu kedi. Telefonumu çıkartıp buzdolabının üzerindeki magnette yazan teknik servis numarasını aradım.

Bir yandan salona kaçmış olan kediyi ararken, ustaya da kısaca anlattım sorunu.

“Cumartesi,” dedim. “Gelebilir misiniz?”

“Olur abi, adresi mesaj atarsın bana.”

“Bir şey daha var, ustam. Sehpa lazım mı sana, ben kullanmıyordum da. Duruyor evde öyle, daha yeni almıştım. Verebilirim sana istersen.”

“Nasıl bir sehpa, abi?”

Tarif etmek için sehpaya döndüm yüzümü. Ürperdiğimi hissettim. Omuzlarımdan diz kapaklarıma kadar, derin bir ürperti… Kapattım telefonu. Sehpanın üzerine boylu boyunca uzanıp uyuyan kediye bakakaldım. Perdelerin arasından sızan ışık, bu kez kediyi ısıtıyordu.

Yazar: Berkant Cödel

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.