(Bu yazının okunması yaklaşık olarak 3 dakika sürmektedir.)
“İstanbul’da hava sıcaklığı 26 derece.” Kemerimi bağlamış, koltuğumu ayarlamış, ekranda sevdiğim bir filmi ararken tüm beyin fonksiyonlarımı bir anlığına durduran bir cümleydi bu. Haziran ayında İstanbul’un 26 derece olması kadar normal bir şey olabilir miydi? Neyse. Umursamadım. Severek açtığım filme geri döndüm. Arada cama doğru bakıyor, hala bulutların arasında olduğumuzu görüyordum. İnişe geçtiğimize dair bir anons duydum. Bulutların arasından sıyrılıp bir kara parçasıyla karşılaştığımda içimde oluşan hissi tarif edemiyorum. Sokak lambasının titrek ışığı gibi belli-belirsiz fakat varlığını hissettirecek kadar da güçlü. Bu hissin hangi konu başlığı altında incelendiğine dair bir fikrim de yok. Gözümden akan yaş kederlendiğimi işaret etse de içimdeki kıpırtı heyecandan başka bir şey değildi. Kara parçasına yaklaştıkça gözyaşlarım daha hızlı akmaya başladı. Bu zamana kadar her damlasını bir sınava tabi tutan ben, o toprağı gözyaşlarımla beslemeye hazırdım. Mesele hep bu şehirmiş, o gün anladım. Gitmeler ve gelmeler hep bu şehir üzerindenmiş. Ve o anlatırken neye benzeteceğimi şaşırdığım hissin adı da “dönmek” imiş. Gitmek kadar dönmek de bir meseleymiş.
Kara parçasına yakınlaşmamı izlerken, “Ne var bu şehirde?” diye sordum kendime.
Kaçtığım bazı noktalar var mesela. Kendime saklamadım bu mekanları, soran herkese anlatmışımdır. Sahil kenarında bir bank var ve o banka tepeden bakan bir köşe. Eminim çok daha güzel mekanları vardır herkesin. Ben de en çok buralara uğruyorum. Birinde rüzgarın suratıma tokat gibi çarpmasıyla yanar canım, diğerinde dallarına tutunamayan yaprakların yerine kendimi koymamla. Birinde ciğerlerime dalgaları doldururum diğerinde gün batımını. Birinde avcuma sığdıramazdım Dolmabahçe’yi, diğerinde Tarihi Yarımada tırnağımın ucu kalırdı. Birinde ben küçücük hissederdim, zayıf ve savunmasız. Oysa diğerinde kocamandım, güçlü ve hakim. Hatırı sayılır tek ortak noktaları, çoğunlukla ikisinde de yalnız olmamdı.
Yalnız kaçışlarım bir kenara, insanlar var burada. Sevdiğim suratlar, özlediğim sesler, izi kalan dokunuşlar var. Adım var, adımlarım var. Öğrendiklerim, engellerim, kapılarım var. Burada öğrenip oraya götürdüklerimin bazılarını yalnılgılarla değiştirdim dönerken. Yeniden sormam gereken sorular var artık bu şehirde.
O uçaktan indim. O kara parçasına ayaklarımı bastım. O 26 dereceyi hissettim. O banka oturdum, o köşede sustum.
Akşam güneşi de müsaade isteyip, beni sokak lambalarının titrek ışığına emanet edince şehrin ışıkları ve ben baş başaydık.
“İşte…” dedim, “Geldim.”, “Seni en güzel seven olmayacağım ama en güzel seni seveceğim.”
Yazar: Neslişah Kahraman