
(Bu yazının okunma süresi yaklaşık 4 dakikadır.)
Televizyonun kulağı tırmalarcasına sesine dayanamayıp kumandayı bulmak için yerinden doğruldu. Kumanda her zamanki yerinde, yine her zamanki kanallar aynı yerde ve o, yine aynı tekli koltukta bacaklarını kenara sarkıtmış televizyondaki kanalları tek tek geziyordu. O zamanlarda değişmeyen, yeri yadırganmamış ve kafa karıştırmayan her şey güzeldi onun için. Yalnız olmanın verdiği huzur ve düşüncelerle, düşüncelerini sahiplendirecek bir ses arıyordu yine. Biliyordu ki bir şeyler dinlemek, ruhunu yeniden yapılandırıyor ya da içinde dolanıyordu. O zamanlardaki ezgilerin hem anlamlı hem de hareketli oluşu ona ayrı duygular katıyordu aynı zamanda. Sanki yaşıyor gibiydi, sanki hayattaydı. “Beni büyütün ağlatmayın, sahte düşlerde oyalamayın” (“Deli”- Mor ve Ötesi) denilirken şarkının sözünde, ne denilmek istendiğini anlamıyor, sadece şarkının ezgisine kendini bırakıyordu. Bilmezdi ki o yıllarda insanların duruşundaki güzelliği. Bilmezdi ki o yıllardaki insanların onuru uğruna debelendiğini. Bilmezdi işte, bense tahmin edebiliyorum sadece.
“Eskiyen, eskimiş olan, eskidiği düşünülen, geçmişinde iz bırakan, aslında çok da geride kalmamış, sokakta oyun oynayan çocuklara son bir demle yetişilmiş bir sene, 2007.” O senelerde her şey mükemmel değildi belki ama eksik olanların eksikliği de bize hissettirilmezdi, biz de hissetmezdik. Sende yoksa başkası tamamlardı, başkasında yoksa sen tamamlardın. Öyleydi tabi o seneler ve ben anımsadığım kadarıyla.
Güneş tahtını karanlığa bırakmaya başlamıştı. Başını göğe kaldırdı, gözlerini karanlığın uzağına doğru hafifçe kısmaya başladı. Gökyüzündeki yıldızların sayısı gitgide artmıştı. Bu, sokaktaki oyun saatinin bittiği anlamındaydı. Elindeki yedi taşı kaldırımın kenarına koyup eve döneceği için arkadaşlarıyla vedalaştı. Eve vardığında babasının yanına oturdu. Televizyonda akşam haberleri açılmış, ülke gündemindeki en önemli meseleler hararetle tartışılıyordu. Babası bir yandan gündemdeki meseleler için sesli sessiz ifadeler takınırken o ise, bambaşka bir şeyin peşindeydi. Altı yaşında olmasına karşılık okuma-yazma hevesi onun zihnini ele geçirmişti. Kendince bir oyun tasarladı. Televizyonda geçen haber yazılarındaki bazı kelimeleri süresi geçmeden tamamlayacak ve babasına onaylatacaktı. Eğlenceli bir oyundu onun için. O kadar kaptırmıştı ki kendini, bazen televizyonun yakınına kadar gidiyor, tamamladığı kelimeleri yüksek bir sesle söylüyordu. “Trajikomik bir hal!”
Ertesi gün uyandı. Elinde saman kağıdıyla bütünleşmiş, kalınca, kapağı kırmızı renginin kahve tonlarına değdirip çıkarıldığı belli olan bir kitap. Yaşını aşkın, yaşlı işi olduğu belliydi. Kitabın bu havası onu o kadar etkilemişti ki içinde muhteşem gizemlerin varlığı onu bekliyor gibiydi. Merakından kitabın sayfalarını hızlı hızlı çeviriyor, anlamını bilmediğini düşündüğü kelimeleri günlük kullandığı cümlelerinin arasına yerleştiriyor, dalga geçiyordu kendince. “Muvaffak”, “Ben, bugün kendimle muvaffak oldum.” O an arkadan ansızın bir kahkaha yükseldi. Onun söylediği bu cümle ablasının yüzünde kocaman bir tebessüm oluşturdu. O gülünce dayanamadı ve hep birlikte gülüşmeye başladılar. Sonrasında ablası onun yanına geldi, onun hoşuna gidebilecek başka oyun bulduğunu söyledi. Eline kitaplıkta olan herhangi başka bir kitabı aldı. Kitabın sayfalarını bütün bir halde elinde tuttuktan sonra baş parmağıyla soldan sağa doğru aynı hizayla kaydırmaya başladı ve “dur” demesini istedi. Kitabın sayfaları hızlıca çevrildikten sonra durmuş ve bir söz belirmişti o an. “Hepimiz bataklıktayız ama bazılarımız yıldızlara bakıyor. (Oscar Wilde)” O söz onu altı yaşından beri etkiledi. Hayatta her ne olursa olsun, özellikle de kötü hissettiği zamanlarda ablasıyla olan o anısı aklına gelirdi. Artık o, o günden, o anıdan ve o yıldan beri daima yıldızlara bakabilmeyi, bataklıkta olsa dahi başını gökyüzünden ve umuttan ayırmamayı öğrendi.
Yazar: Hayrunnisa Turan