
(Bu yazının okunma süresi yaklaşık olarak 4 dakikadır.)
Duvarda asılı bir sarkaç vardı.
Genç, saatin altından sallanan sarkaç bir sağa bir sola sallanırken gözleriyle o küçük topu takip ediyor, ağzından çıkacak kelimeleri toparlamaya çalışıyordu kafasında. Karşısındaki adam sükunetle gencin konuşması için ona zaman tanıyordu. Elindeki kalemin ucunu sürekli kâğıda değdirip nokta nokta izler bırakırken tıkırtı sesinin dikkat dağıtacağını düşünerek kendisini durdurdu. Tam o esnada genç, dudaklarını araladı.
“İnsanoğlu çok tuhaf.”
Gözlerini sarkacın küçük topundan çekip karşısındakinin gözlerine çevirirken, adam sessizliğini korumaya devam etti.
“Çelişirler sürekli kendileriyle. Bencilliğin vasat bir kavram olduğundan bahsederler mesela, bencil insanı günahkâr ilan ederler. Buna rağmen ‘bencil’ kavramını, kendi bencilliklerinin önüne geçildiği ânlarda kullanırlar.
Öfke yıkıp döker, mahveder karşısına gelen her şeyi. Öfkeye maruz kalmış kişiler o yıkıntıdan oluşan harabeyi toparlamakla uğraşırken, diğerleri öfkenin dışavurumunu iyi olarak değerlendirirler. Günün sonunda öfkeye maruz kalmış kişi, nefretten nefret eder hale gelir.
‘Beklentiler yorar.’ derler. Buna karşın umuttan bahsederler. Umudunu kaybetmiş bir insana hayatı kaybetmiş gözüyle bakarken, beklentilerle dolu bir insana günün sonunda hayal kırıklığına uğrayacağını söylerler. Umudu yerle bir eden şey zaten olması beklenilen hayalin yerine gelmemesi değil midir? Beklenti ile umudu birbirinden ayıran nedir?”
Soru muydu bu? Adam cevap verip vermemek arasında kalsa da halen gencin söyleyeceklerinin olduğunu düşündü ve yalnızca defterine notlar almaya başladı.
Gencin beklentileri her daim hüsrana uğratmıştı yüreğini. O da yüreğinde herhangi bir beklenti barındırmamaya ant içmişti. Günün sonunda ise aynada karşılaştığı kişi umudunu kaybetmiş bir insanın ta kendisiydi. Nerede yanlış yapmıştı?
“Artık samimi gelmiyor hiçbir duygu. Ben bencilliğimden feragat ettim sevgi uğruna, şimdi ise bana gösterilen sevgi içten gelmiyor çünkü onu kazanmak için çabalayan bendim. Ben olduğum için değil, çabam olduğu için sevdiler beni. Bir çeksem elimi ayağımı, yapayalnız kalacağım hayatın ortasında.”
Kendisinden verdiği ödünleri düşündükçe kaşları çatıldı, ama tek sorunun burada olmadığını fark etti.
“Sanki ne zaman birisinin sevgisine inansam, yanlış bir umuda kapılmama neden oldukları için özür dileyecekler benden. Bu özür çok tanıdık geliyor. Öfkesini kusan ve sinirine hâkim olamadığından yakıp yıkan insanlar da özür diliyor her şey bittiğinde. Ortada harabe kalıyor yalnızca ama sanki o harabeyi bir özür toparlayabilecekmiş gibi karşıma geçip özür diliyorlar. En acısı da ne biliyor musun? Onları suçlu hissettiği için hem içlerindeki öfkeden hem de kendimden nefret ediyorum.”
Gözleri doldu, adam not almaya devam etti. Gencin söylediklerine dahi yetişemiyorken, düşüncelerine yetişmesi nasıl mümkün olabilirdi?
“Sanki ne vakit gerçekten güneş açsa kalbimde, o güneşin ışığını oraya tutan kişi kafasının karışık olduğunu, bu yüzden yanlış bir ışık tuttuğunu söyleyecek. Kalbimdeki güneş kül edecek tüm yüreğimi. Buzla kapladım ben de kalbimi. Umutlanmamam gerekirdi, beklentiye girmemem gerekirdi. Birisinin bana gerçek anlamda değer vereceğine inanmamam gerekirdi. Benim hatam.”
Sessizlik hakimiyet kurdu yeniden odada. Koltuğa kurulmuş genç, karşısındakinin bir şeyler söylemesi için sessizliğe bürünmüştü bu sefer. Neden beklediğini kendisi de bilmiyordu. Söylemesini istediği bir şey mi vardı? Saatin sarkacı sallanmaya devam etti.
Adam gencin geçmişini biliyordu. Kalbindeki o buzların altında açılmış yaralara nelerin sebep olduğundan haberdardı. Not almıyordu artık, kalemi sessizce masanın üstüne bıraktığında tek bir şey söyleyebilmişti:
“Senin suçun değildi.”
Bunu duymayı beklemiyordu genç, döküldü yaşları bir bir gözlerinden. “Ne demek benim suçum değildi?” dedi sakinlikle. Ancak bu sakinliği uzun sürmedi.
“Ne demek benim suçum değildi! Yıllarca yüzüme vurulan buyken sen ne cüretle bunu söylersin bana?!”
İnkâr etti, belki de duymaya en çok ihtiyacı olan şeyi duyduğu için nefret ettiği öfkenin esiri oldu bir ânda. “Benim suçum!” dedi gözyaşları ardı arkası kesilmeden akarken. “Yalan söylemiş olamazlar bana… Benim suçum!”
Sarkaç sallanmaya devam etti, saat durmadan ilerledi. Genç hırsla yerinden kalkıp saati yerinden çıkardı ve yere atarak paramparça etti. Yelkovanı sayılar üzerinde gezinmeyi bıraktığında sarkacındaki top yuvarlanarak ayağının dibine ulaştı. Düşüncelerine hâkim olamazken dizlerinin üzerine çöktü ve yüzünü kapatarak gözyaşlarını gizlemeye çabaladı. Fakat hıçkırıklarını bir türlü gizleyemiyordu.
Sarkaçlı saat için zaman durdu, her bir parçası bir yana savruldu. Genç, kalbini kalkan gibi sarmış buzlara o kadar bağlıydı ki karşısına buzları eritmek için çıkan her şeyi saat gibi paramparça etmeye hazırdı. Fakat saati parçalasa da bir türlü zamanı parçalayamamıştı.
Yazar: Beyza Dilara Meşeci
Görsel Kaynak: https://tr.pinterest.com/pin/142848619425966410/