Sizin hiç yeni doğan bir güne gözlerinizi açtığınızda büyük bir korkuyla şimdi bir şeye kızacak, kahvaltısını hazırlayayım yoksa dayak yerim, aslında zaten hazırlasam bile bir şekilde hakarete uğrayacağım ve yine dayak yiyeceğim diye çaresizce korkunç anların gelmesini kabullenip beklediğiniz, gece geç saatte işten, okuldan dönerken ya takip edilir de öldürülürsem diye koşar adım arkanıza dönüp baka baka yürüdüğünüz, minibüse taksiye binersem de tecavüze uğrayabilirim o yüzden bir yakınıma plakayı mı mesaj atsam acaba yoksa yürüsem mi hayatta kalırım? diye hayatınız üzerine ikilem yaşadığınız anlar oldu mu? Bugün de şans eseri hayattayım daha sıra bana gelmemiş diye buruk bir mutlulukla şükrettiğiniz mutlaka en az bir kez olmuştur. En kötü ihtimalle, zihnimizde sürekli dolaşan ve bilinç altına itelemeye çalıştığımız bu acı senaryoları rüyalarınızda görmüşsünüzdür.
Münevver, Özgecan, Şule, Emine, Pınar ve daha niceleri. Onlar birer rüya değildi hepsi gerçekti. Geriye sadece rüyalara benzer, sevdiklerinin zihninde silik siyah beyaz film karesi gibi anıları kalan birer gerçektiler. Onlar gülüşleri, hayalleri, umutları yarım kalan kayıp giden birbirinden güzel eşsiz parlak yıldızlar, hayatlarının baharında koparılan çiçekler, aslında her biri adını sadece haberlerde duyduğumuz “vahşice katledildi, çocuklarının gözleri önünde öldürüldü” gibi sadece isimleri değişen ama hikayesinin sonu hep aynı acıyla biten ve bizlerin bir kaç gün üzülüp etkilenip “ya ben olsaydım?” diyerek empati kurduğumuz ve duyduğumuz haberlerden dolayı tedirgin olduğumuz ancak hiçbir şey yapamayarak, bizlere öğretildiği şekilde hiçbir şey olmamış gibi, diğer birçoğuna benzer şekilde onları da toprağın altına gömdüğümüz ve sonra sahte güzelliklerle dolu, eğlenceli, normal ve bu mükemmel bahçenin kara topraklarına gömülene kadar yani sıra bizlere gelinceye kadar güvenli olan bahçemize geri döndüğümüz ülkede yaşayan, yaşamaya çalışan kadınlardı onlar.
Sahte mutluluklar bahçesinin sınırsız hakka sahip olabilen, hatta o birbirinden güzel çiçeklerin sırf kendi sözde sevgileri için hiç acımadan koparılması hakkına bile sahip olabilen bazıları için hayatlarının güzelliği bozulmasın, hep süregelmiş düzeninin devamlılığı aksamasın diye hep güzel olana, iyi olana kesildi ceza, hep onlara suç bulundu. Zaten en ağırı, yaşamaları adına tanınan kısacık yaşamlarında onlarla aynı hayatı paylaşmaları, bir de üstüne öldürülmeleri cezaların, kötülüklerin en büyüğü değilmiş gibi…
Yüzyıllardır bu acı kayıpların yaşanmasının, gerçeklerden kaçınılmasının temel nedeni aslında “mükemmel” bir dünyada yaşıyoruz, teknolojik ve diğer birçok alanda ne kadar da geliştik, eski demode yaşamı geride bıraktık, artık istediğimizi alırız, giyeriz, gezeriz, yeni bir çok alet üretiriz, yenilikler parmağımızın ucunda, daha özgürüz diye sevinirken aslında beğenmediğimiz demodelerden ve onların öğretilerinden sosyolojik olarak bir adım bile ileriye gidemediğimiz, insanlık olarak bir arpa boyu yol katedemediğimiz gerçeğini içten içe bilip göz ardı etmemizden kaynaklanıyor. Bizler halen bizlere toplum tarafından biçilen kalıplara göre hayatlarımızı idame ettiriyoruz. Ne giymemizi, nasıl konuşmamız gerektiğini, saat kaçta dışarı çıkabilip, kimlerle görüşebileceğimizi, oturup kalkmamızı, mesleklerimizi, evlenme ve çocuk sahibi olma yaşımızı hatta diğer muhteşem varlıklar olarak atfedilen erkeklerin ve bizlerin değerimizi bile bu kalıplar yani toplumsal cinsiyet rolleri belirliyor aslında.
Kadınların hayatta kalma mücadelesi en baştan, annelerinin karnına düştüğü anlardan itibaren başlıyor. Toplumda erkek “güç ve üstünlük” olarak, kadın olmak ise “acizlik, güçsüzlük” olarak kabul edildiği için erkek çocuklar doğduğunda aileler tarafından soyunu devam ettirecek güç ve övünç kaynağı bir çocukları olduğu için büyük mutluluk içinde karşılanıp, oğlan doğuran kadınlar el üstünde tutulurken, kız bebek doğuran kadınlar hor görülmüş ve doğan kız bebekler diri diri toprağa gömülmüştür. Maalesef bu korkunç durum günümüzde bile hala bazı geri kalmış ülkelerde devam etmektedir. Ünlü Fransız yazar ve düşünür Albert Camus sanki ileride de bunların sürüp gideceğini bilir gibi şu zamansız sözleri söylemiş: “Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın!”
Erkek çocuklarına erkek adam oldu diye sünnet düğünleri düzenlenirken, genç kızların regl olması saklanması gereken büyük bir utanç kaynağı olarak görülüyor, sanki bu çok anormal bir şeymiş ve insan anatomisine, biyolojik gelişime karşı gibi sanki kendileri de çocuklara anlattıkları sizleri leylekler getirdi masallarına inanıyorlarmışçasına hep bu tarz ayrımcılıklar yapıldı. Erkek çocuklara okuma, istediğini giyme, serbestçe gezme ve zaten “yapar erkektir elinin kiridir” diye kabul ettikleri ilişkiler kurabilme hakkı tanınırken, zaten hayata bir sıfır mağlup başlatılan kadınlar ise evde oturup ev işleri yapan, elinin hamuruyla erkek işlerine burnunu sokmaması gereken, güçsüz, erkeklerin korumasına sevgisine muhtaç ve hep kontrol altında tutulması gereken yoksa her an bir ahlaksızlık yapıp babasının, erkek kardeşinin, erkeğinin “namusunu kirletecek” ahlaksız davranışlarda bulunabilecek birer varlık olarak yaftalanıyorlar.
Önce okumalarına, okudukça bu cahil zihniyetin, onların canı pahasına bile olsa değişmeyen bu tabuların değişmesinden korktukları için izin vermiyorlar, sonra da zaten babası tarafından bile bir kere başı okşanmamış kızlarını çoğu çocuk yaşta olmak üzere evlendiriyor, evde kocasının dizinin dibinde oturup çocuklarına bakıp, sevgi de görmeyip ekonomik bağımsızlığı da olmadığından kocasının gönlünden ne koparsa yani payına ne düşerse susup kabullenmesini bekliyorlar. Bazıları bunlarla yetinemeyeceğini, bu kör talihi değiştirmesi gerektiğini bilip kendine yeni bir dünya kurabiliyor. Bu sefer de işte, toplumun belli alanlarında gizliden gizliye “kadın eziktir, ikinci sınıftır” mesajı veren pozitif ayrımcılığa uğruyorlar. Bazen ise erkeklerin kontrolü altında olmayı kabul etmiş ve onların buyurduğu imkanlar dahilinde el üstünde tutulduğunu düşünen hemcinsleri tarafından baskıya uğruyorlar ama maalesef bunların en kötüsü de, onların kurduğu bu dünyaya kırık kalplerini onarmasını ümit ederek, babasından görmediği sevgiyi hayatı boyunca ararken rastlantı eseri hayatına dahil ettiği toplumun güç kaynağı dört dörtlük erkeği, bu kadınları bırakın sevmeyi, birer canavara birer ölüm makinesine dönüşerek, onların sakınarak kurduğu dünyayı yerle bir ediyorlar.
Bu kadınlar, sadece hiç görmediği sevgiyi arıyor ve bazen onlara zarar verdiğini bildiği halde bağımlı ilişkileri yüzünden göz göre göre ölüme gidiyorlar ve bizler her zamanki gibi televizyonda, gazetede, sosyal medyada o haberleri okuyoruz. Bir kesim bunları düşünerek sadece üzülüyor, bir kesim bu düzeni değiştirmek için sesini duyurmaya çalışıyor ama tabii ki her zamanki gibi tıpkı o kadınların ölüm çığlıklarına benzer şekilde, bu ses de büyük bir hiddetle susturuluyor. Bu çığlıkları susturanların yanı sıra bir de henüz eyleme geçmemiş ama yüksek suç işleme potansiyeli bulunan suçlu adayları var, aslında bu zihniyete sahip ve bu kısır döngünün baş mimarları olarak asıl suçlular onlar mı demeliydim bilemiyorum… Toplumun bu kesimi her haber ardından kendilerince tartışmasız yüzde yüz doğru olan yorumlar yapıyorlar; “Etek giymeseymiş, o saatte orada ne işi varmış, sevgilisi varmış, alkol alıyormuş zaten, kim bilir adama ne yapmış” gibi inanılmaz yorumlar bunlar.
Ünlü filozof John Stuart Mill: “Bir uygarlığın seviyesini ölçmek isterseniz, derhal kadının hayat şartlarına bakın” diyor. Sizce inanılmaz gelişmişliğiyle övünen bu toplumların kadınlara sunduğu şartlar da yeterli mi? Maalesef bunun cevabını bizlere istatistikler hayır olarak veriyor. Baktığımızda önce son bir ayda Türkiye’de 28 kadın öldürüldüğünü, sonra da hem dünya hem Türkiye adına BM’in verdikleri istatistikte 2003–2018 yılları arasında genel cinayet oranının düştüğünü yani bütünüyle incelersek genel cinayetler arasında kadına yönelik olanların sayısında artış olduğu çıkarımını yapabiliyoruz. Bence bu istatistikler cinsiyetçi rollerin, kadına karşı olan tabuların artık değişmesi gerektiğini açıkça gözler önüne seriyor.
Ben bu ülkede yaşayan genç bir kadın ve yeni psikolog olmuş biri olarak, şiddet olaylarının hiç bir şekilde yalnızca kişinin patolojik durumuna dayandırılmaması gerektiğini “öfke kontrolü yoktu, kadın da onu çok sinirlendirmişti” gibi sebeplere dayandırılmasının yanlış olduğunu, bu cinayetlerin aslında bu rolleri ve kalıpları değiştirmeye çalışanlara, güçlü ve erkeklerin kontrolünden çıkan, bağımsızlaşıp her alanda güçlü olabildiğini kanıtlayan kadınların değişiminden korkan, güç ve kadın üzerindeki hakimiyetlerini kaybetme korkusu yaşayan asıl acizlerin saldırıları ve öfkelerini kusması olarak değerlendiriyorum. Hiçbir şey, hiç kimse, biz kadınların hayatta kalmasından önemli değil. Aslında en önemli ve ihtiyacımız olanın kendimizi sevmek olduğunu, bağımlı birlikteliklere ihtiyacımız olmadığını ve güçlü olduğumuzu, toplum olarak da asıl gücün erkek olmak değil insan olmak olduğunu anladığımız ve bunlara karşı pes etmeyip sonuna kadar mücadele ederek bir gün etrafına korkuyla değil mutlu ve kendinden emin gözlerle bakacak kadınların olduğu, tertemiz bir dünya olmasını ve artık bu tür kadına karşı yapılan korkunç eylemlerin bir an önce bitmesini tüm kalbimle istiyorum.
Yazar: Zeynep Hazan Güzeler