(Bu yazının okunma süresi yaklaşık 3 dakika sürmektedir.)
İnsan, karanlık rahimden çıkarak aydınlık dünyaya gözlerini açar. Güvenli bölgesinden ayrılarak tehlikelerle dolu bir maceraya atılır. Bilinmezlik insanın doğası gereği her zaman tehlike içerir, belirsizlik karşısında her yenidoğan bir gözlemcidir. Bu durum daha önce hiç bilmediğimiz bir ülkede bulunmak gibidir, nasıl davranmamız, ne yapmamız gerektiğini gözlem yaparak öğrenir, ülkenin kurallarına ve yasalarına uyar, kültürel değerlerine saygı duyar ve kültürüne uyum sağlarız. Bebek için de gözlerine açtığı aile yeni bir ülkede bulunmak gibidir. Ailenin de kültürü, kendine ait kuralları vardır; modeli, otorite yapısı, üye sayısıyla kendi içinde bir ülkedir. Yeni bir ülkeye adım atan gezgin gibi yenidoğan da ebeveynlerinin durumlara tepkisini ölçer, olaylara olan bakış açısını gözlemleyerek davranışlarını şekillendirir. Evin kurallarına uyar, tasvip edilen davranışları arttır bunun sonucunda onay ve sevgi bekler. Burada ebeveyne düşen sorumluluk; çocuğa -karşılıksız bir şekilde- koşulsuz sevgi vermek ve koşulsuz saygının anahtarı olan olumlu saygı ihtiyacını gidermektir.
Çocuk; kurallara uymadığında da sevildiğini bilmeli, fikirlerini ifade etme özgürlüğüne sahip olduğunun bilincinde olmalıdır. Aksi takdirde birey, kişilerarası ilişkilerde ve sosyal yaşamda reddedilmemek, kabul ve onay görmek için diğerlerinin kurallarına uyarak benliğinden uzaklaşır. Aile içerisinde düşüncelerine önem verilmeyen, ebeveynlerin yersiz eleştirilerine ve aşağılayıcı tutumlarına maruz kalan çocuğun öz saygısı düşer. Olumlu saygı ihtiyacının doyurulmaması -kişinin kendisine olan saygısının- öz saygısının sarsıntıya uğramasına sebebiyet verir. Dolayısıyla kişinin; kim olduğunu anlama sürecini sekteye uğratır zira kendisini gerçekleştirememesinin müsebbibi öz saygısının düşük olmasıdır. İhtiyaçların yeterince karşılanmaması, çocuğun tehlikelerle dolu dünyada yalnız başına bırakılması temel düşmanlık ve kaygı duygusu geliştirmesine neden olur. Böylece kişi savunma mekanizmaları geliştirir ve kendi özünden uzaklaşır. Benliğine yabancılaşan birey “biri” olmak zorundadır, yetersizlik duygularını bastırarak kişi “idealleştirilmiş benlik imgesini” kullanır. Bir imge yaratır ve zamanla “o” imge olduğuna kendini ikna eder ancak diğerlerinin de onayına ihtiyacı vardır şu nedenle ki diğerlerinin düşünceleri kendi kararlarını vermeyi engelleyecek, kendi fikirlerini hiçe sayacak kadar önemlidir.
Toplumun çekirdeği ailedir. Aile, toplumun kültür mirasını çocuğa aktararak nesiller boyu süregelen bilgi aktarımına tabi tutar ancak ne yazık ki çocuğa aktarılan her bilgi doğru değildir. Kültür mirası, çocuk ve ebeveyn ilişkilerini de içerir ve aile içerisinde çocuk için koşulsuz saygının önemi oldukça fazladır dolayısıyla aile modeli, koşulsuz sevgi ve saygı ihtiyacının giderilmesinde kilit bir rol oynar. “Ailenin bilgiyi aktarımı- aktarıma maruz kalan çocuk yetişkin olur-aile kurar- ailenin bilgiyi aktarımı- aktarıma maruz kalan çocuk yetişkin olur-..” Bu kısır döngüde bir çatlak bulunmalı ve olgun bir insan yetiştirmenin gerekleri çatlağın içerisine sızdırılmalıdır. Şimdinin çocukları gelecek nesillerin teminatıdır. Geçmiş, geçmiştir ve şimdi, kurtarılmayı beklemektedir.
Yazar: Betül Beyza Gültekin