Mecalim

“Ne istiyorsan alabilirsin. Benden aldığında mahvolacağım hiçbir şey vermedin sen bana.”

(Bu yazıyı Neşet Ertaş türküsüyle dinlerseniz yaklaşık yıllar sürmektedir ama siz 4 dakikaya da sığdırabilirsiniz.)

“Ne istiyorsan alabilirsin. Benden aldığında mahvolacağım hiçbir şey vermedin sen bana.” 32 yıllık üzüntümün iki cümleye sığabildiğini görmek çok dokunmuştu yüreğime. Üzüntümü hafife almak mıydı bu yoksa sayfaları konuşmak varken iki cümleyle yetebilecek olmak mıydı? “Üzüntüye her şey yeter.” Her şey besleyebilir onu. Bir sayfa, bir koku, bir fotoğraf yetebilir bir anıyı canlandırmaya. Hissin duyu organlarının çok daha ötesinde olduğunun bir kanıtı bence anılar. Gözüne görünen yokken, sesini işitebildiği kimse kalmamışken, bir kez daha sarılabilmek için dünyaları vereceği insanlar ortada yokken nasıl o andaymış gibi hissedebilir insan? Nasıl yaşayabilir olmayanla? Nasıl görebilir gözünün artık göremediğini?

 Bütün bunların da ötesindesin artık benim için. Bir toprak bir sen bir de ben kaldık düzlükte. Yaşarken ellerine vermediğim çiçekleri ektim yine toprağa. Benim seninle göremediğim ama hissettiğim anılar gibi sen de göremediğin çiçekleri hissedersin belki. Ah yattığı yerden başını kaldırabilse insan, neler görecek. Demlediğin çayla beraber kurduğun o sofraya öyle muhtaç kaldım ki. Senden sonra demlediğim hiçbir çay masamı sofra etmedi. Masanın üzerindeki çayın değil, çayı ağzına götüren ellerinin, sıcak diye her defasında irkilerek tuttuğun parmaklarının, uzun uzun konuştuğun her bir cümleyle masaya gülümsemelerinin düştüğü dudaklarının muhabbet olduğunu anladım. 32 yıllık evliliğimiz boyunca uzun uzun anlattığın her şeyi artık duyamazken her sabah hissediyorum. Uzun uzun anlatır cevap beklerdin benden. Sabahtan akşama kadar evde koşuşturmuş, yemek yapmış yorulmamış olurdun. İki muhabbet edebilmek için gözümün içine bakardın. Olmazdı mecalim. Öyle sanırdım daha doğrusu. Mecalin can olduğunu sen gidince anladım, yorulduğumda ağzımdan çıkmayan cümlelerin değil de sen olduğunu. Mutfaktaki masanın karşısına yorulursan otur diye çektiğimiz iki kişilik koltuktan pek bir öteye gitmiyor hayatım. Balkona pek uğramıyorum. Ölmeden birkaç gün önce bana ettiğin laflardan diye düşünüp üzülme sakın. Canım istemiyor. Ya da mecalimi balkonda çiçek sularken göremiyorum artık diye hevesim olmuyor çıkıp balkonda oturmaya. Ama bazen oturma odasında otururken açıyorum balkon kapısını, tam da ikili koltuğa oturunca görünen tek sandalyeli yerini görüyorum. Fasulye ayıklarken o sandalyeden uzanıp “Ortadan mı böleyim yoksa yandan mı?” diye sorduğun sandalye. Ağzında hep bir Neşet Ertaş türküsü. Nazlı nazlı mırıldanmaların… tam da o sandalyeden bana hüzünle dediğin gibi ben sana senden aldığımda mahvolacağın hiçbir şey veremedim. Ölseydim senden önce, arkamdan hissedebileceğin bir muhabbet bile vermemiştim. Özür dilerim Füsun. Mecalim yok sanıyordum. Her şey bitti rahata kavuştuk, yaşlandık artık dünyadan elimizi çektik derken sırtımda 32 yılın pişmanlığı, sana vermediğim onca şeyin yükü ile kaldım. Yine de 32 yılın hatrına Füsun, bir Neşet Ertaş türküsü gibi 

Kalpten kalbe bir yol vardır.

Gözünen görünmez sırdır.

İkimizin kalbi birdir.

Sen benimsin ben seninim.

Yazar: Amine Nadide Ergün

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.