
(Bu yazının okunma süresi yaklaşık olarak 4 dakikadır.)
Doğanın heybeti karşısında varlığının manasını kavrayan onlarca insandan biriydi sadece. Hafta sonlarını özellikle de pazar günlerini doğaya ayırırdı. Toprak ve toprağa dair her şey en büyük hobisi halini almıştı, toprağın ondan aldıklarına duyduğu özleme yenik düştüğünden beri. Toprakla uğraşmak sadece ruhunu rahatlatmamış aynı zamanda canlandırmıştı da. Verdiği emek ve ilgi kadar verim aldığını gördükçe hayatındaki insanlara yaklaşımı değişmişti. Toprağı saran zehirli otları nasıl ki hasadın kalitesi ve toprağın sağlığı için temizlemek gerekiyorsa hayatındaki onu zehirleyen insanları da öyle temizliyordu.
Hayatından insan çıkarmanın yetmeyeceğini de biliyordu çünkü herkes bu yolu seçiyor kendine iyi gelmeyen insanları hayatından uzaklaştırıyordu ama iki noktaya bakmayı devamlı unutuyorlardı: ilki ya kişinin kendi zehirli birine dönüşmüşse ya da kişinin kendi sadece kendi için zehirli birine dönüşmüşse…Başkalarını suçlamanın ve hayatından çıkarmanın bu ihtimallerin varlığını bile kabul etmekten daha kolay olduğunu biliyordu ama o hiçbir zaman kolay olanı sevmezdi. Gücünün sınırlarını göremeden gerçekleşen her şeyi tam olmamış sayıyordu, bir şeyin tam olması için zorlanmalı, zorlanırken gelişmeli ve geliştikçe büyümeliydi. Aksi, sadece somut bir şeylerin değişimiydi ve o, soyut değişip gelişmedikçe somutun kıymetinin bilinmeyeceğini düşünenlerdendi.
Yine böyle düşündüğü bir pazar sabahı, günü planlamaya koyuldu: istikâmet: orman, öğün: közde patates, kapya biber, çay ve sade Türk kahvesi, hedef: dağın çıkabileceği en zirve konuma kadar çıkmak, hoşuna giden yere ağaç dikmek, dikilmesi hedeflenen ağaç sayısı: 1, güncel saat: 06.33, planlanan dağdan ayrılış saati: 18.00.
Oyalanmadan hazırlandı ve arabaya atladı. Şehir merkezinde yaşadığı için tırmanacağa dağa yakın bir yere gelmesi bile neredeyse bir buçuk saati bulmuştu. Neyse ki cumartesi akşamı dikeceği ağacı almıştı. Pratik, planlı, sade ve basit yaşamayı çok seviyordu.
***
Güneşli bir nisan ayının bütün canlılığı, yeşilliği ve ferahlığı dağı kaplamıştı. Oysa aynı bahar, şehir merkezinde bu kadar hakimiyet kurmuyor, kuramıyordu. Ne büyük tezatlık diye düşündü, sonsuz güzellikteki doğayı betonarme yığınlarıyla kaplıyor sonra da kaçacak yer arıyordu insan. Ah biz insanlar diye söylenerek baharın bütün güzelliğini içine çekti. Sırt çantası ve ağacın ağırlığı olmasa hiç durmadan zirveye çıkacak enerjiyle dolup taşıyordu ruhu ama yükü onu yavaşlatıyor ve yoruyordu. Yine de ağacı öyle alelade bir yere dikmek istemedi, ilerlemeye devam etti. Yüksekliği yerden uzaklaştıkça; şehrin kalabalığı ve sahte heybeti zayıflıyor, ruhu daha da hafifleşiyordu. . Artık binaların sadece çatısı görünecek kadar yerden yüksekteydi ve ağacının büyümesi için bu manzarayı uygun buldu. Sanki, dünyaya hiç bina kavramı uğramamış ve o nokta sıfır noktasıymış gibi varsaymak istedi.
Ektiği onlarca ağaca bir yenisini daha ekleyerek doğaya olan borcunu ödediğini düşünmenin mutluluğuyla rahatlamıştı. Yürümeye devam etmişti ta ki zirve sayılabilecek kadar güzel manzaralı, yemyeşil ve eşsiz ıhlamur kokusu yayılan bir yeri bulana kadar. Karnını doyurmanın, dinlenmeni tam yeri diye düşündü. Bulduğu iri taşlardan kendine yetecek kadar bir ocak yaptı ve ateş yaktı.Yemeği közün üzerinde pişerken uçuruma yakın yerde koğuşlanan onlarca kayanın birine minderini serdi. Pişen yiyeceklerini yemeğe koyuldu. Birden oturduğu taşın hareket ettiğini hissetti ve hızla yerinden kalktı. Kalkmasıyla taşın yuvarlanması bir oldu. Yuvarlanan taşa ve ardında bıraktığı toza bakarken taşın oluşturduğu boşlukta, ahşap bir şey olduğunu fark etti. Eğilerek bakmak istedi ama ne olduğunu anlayamıyordu, daha aşağıdaki bir taşın üzerine indi; onun da aşağısı uçurumdu. Bu taşın da düşmesi demek yaşamının son bulması demekti, ama eğer duyduğu merak için hiçbir şey yapmazsa bugünü hep pişmanlıkla hatırlayacaktı. O kadar çok pişmanlık biriktirmişti ki hayatında, yenisini eklemeye niyeti yoktu. Artan adrenalin ve merak duygusuyla tahtanın üzerindeki toprak ve tozları temizledi. Bir tahtadan ziyade bir sandığa benziyordu.
Burada uçurumun hemen yanında bir sandığın ne işi olabilirdi ki?
Sandığın kapağını güçlükle kaldırdı, içinde bir kitap ve kapaklı bir kolye vardı. Onları aldı ve daha güvenli bir alana geçti, kitap Peyami Safa’dandı hem de en sevdiğinden: “Yalnızız”. Ne de çok severdi gençliğinde Peyami Safa’yı ve bu kitabı… Kaç kez okumuş kaç kez farklı bir son istemişti. Kitabın sayfalarını karıştırdı ve içinde bir not çıktı:
“Bu not karşına çıktıysa ebedi yalnızlığım bitti demektir. Kimsin, nesin, neredensin, neler yaşadın bilmiyorum. Kolyeyi aç, kolyeden önce mavi tozlar çıkacak sonrasında boynuna tak. Eğer geçmişinde çok özlediğin zamanların varsa her gece, ay bir perde gibi aralanacak ve sen o âna gideceksin. Ya da eğer gelmemiş zamansa bütün umudun, yine ay her gece sen kolyeye dokunduğunda bir perde gibi aralanacak ve sen geleceğe gideceksin. Bu kolye benim lanetimdi, bulanınsa cenneti olacak. Yalnız bir seçme hakkın var ya kitabı alıp kolyeyi toprağa gömecek ve büyüyü bozacaksın ya da istediğin gece, geçmiş ve gelecek arasında dolaşacaksın. Seçim senin…”
Bu da ne böyle, dünden de yarından da vazgeçmeyi başardıktan sonra karşıma çıkan bu şey de ne? Ben dünün keşkelerinden ve yarının hayallerinden kurtulup ‘bugün’ü yaşayamayı öğrenebilmek için ne sınavlar verdim oysa. Şimdi, kimden ve neden olduğunu bilmediğim bir büyünün ve pek çoğu için ‘gücün’ tam karşısındayım. Oysa ben şu koca hayatımda ilk kez kendimi seçtiğimde tüm bunlardan vazgeçmiştim.
“Sen, bu büyünün sahibi, ben seni ebedi yalnızlığından kurtarıp huzura; kendimi ise bugüne teslim ediyorum. Kolyenin büyüsünü bozup kitabını alıyorum. Bugünü yaşamayı öğrendiğimden beri, ‘yaşamayı öğrendim’. Yaşam sadece yaşadığın şu an. Kitabın benimle güvende olacak, kolyense toprağın bağrında. Geceyi perdelemek, zamanda dolaşabilmek güzel olabilirdi belki; yaşamayı bu kadar sevmeseydim eğer…”
Yazar: İrem Tokyürek
Görsel Kaynak: https://tr.pinterest.com/pin/407786941237244399/