(Bu yazının okunması yaklaşık 2 dakika sürmektedir.)
Hava yağmurlu… Belli bu kış soğuk geçecek. Günlerdir evden çıkmadım. Bir sebep bulamadım galiba çıkmak için. Sadece bir yere gitmek için dışarı çıkmam gerekiyor gibi davranıyorum bazen. Halbuki insanın kendi zihniyle baş başa bir yürüyüşe çıkması en güzel yolculuk değil mi? Bir varıştan mahrum kalırım diye mi yola çıkmak istemiyorum acaba, kim bilir?
Yürüdüm biraz. Havanın soğuk olması, renkli atkılar takmak için fırsat bulmak, eller cepte gökyüzü ile bakışmak… Bunlar bana iyi geliyor, halbuki çocukken kışı hiç sevmezdim. Soğuk demekti kış benim için. Üşümek dondurma yiyememek en kötüsü de parka gidememek, dışarıda oynayamamaktı. Büyüdükçe hepsi değişti. Tüm oyunların zihinde döndüğünü fark ettim. Soğuk güzeldi aslında. Yazın sokakta oynayan çocukları izlemek kadar kışın boş sokağa pencere camından dalıp gitmek de güzeldi. Üşümek güzeldi aslında. Çünkü üşürken düşünüyor insan en çok. Sıcaktan bunalmışken zihnimde canlanan şeyler hiç edebi değil. Halbuki kış, “Ölmedim. Kenara çekiliyorum biraz yoruldum.” diyen baharı özlerken düşünmenin, kendi içine çekilmenin ve edebiyatın en güzel yanı. Etrafta çocuk sesleri, kuş cıvıltıları varken ne kadar Sezen Aksu dinleyebilir bir insan? Yalnız, soğuk ve sessiz yürüyüşlerin dostudur şarkılar da tıpkı kendi hayal dünyasına karşı çıkılmış gerçekçi düşünceler gibi.
Peki, ne zamandır bundan keyif alır oldum? Üşümek, soğuk ve yalnız sokaklar ne zamandır keyif verir oldu? Ne zamandır hayal dünyama karşı çıktığım gerçekçi ve zaman zaman da acıtıcı olan düşünceler bana haz verir oldu? Sanırım, büyüdüğümden beri. Büyümek için sabırsızlanıyordum. Özür dilerim ama çok da matrak değilmiş Sezen Aksu’yu anlayarak dinlemek.
Peki. Ne zaman bütün bu düşüncelerle buluştuk? Ne zaman kış haz verir oldu?
Çocukken annene ve babana sinirlendiğinde yemek yemeyerek “Dur, aç kalayım da üzülsünler.” dediğin, onları kendinle cezalandırmak istediğin günler; üzgün olduğumu bilip de üzülmesinler deyip iyiymiş gibi davranabildiğin günlere dönüştü. İşte tam da bu zamanda buluştuk bence. Her sorununu koşarak anlattığın annene ve babana senin için üzülmelerine kıyamayacak noktaya gelmek… Hani çocuklar daha merhametliydi? Yoksa çocuklar hala çok merhametli de benim annem ve babamı üzgün görmeye mi cesaretim yok?
Büyüyene kadar kaçınız markete gittiğinde evin eksiği aklına geldi de aldı? 21 yaşımda, birkaç ay önce öylesine girdiğim bir markette, evde sıvı sabunun bittiğini hatırlayıp sıvı sabun aldım. Annenizin size telefonda sipariş vermesini kastetmiyorum. Aidiyetlik duygunuzun ailenizden ve evinizden taşıp mutfak dolaplarının içindeki eşyalara kadar taşmasından bahsediyorum. 5 yaşındaki çocuk kendi evlerindeki eşyanın aynısını başka bir evde görünce sevinip “Aa bizimkinin aynısı!” diyor. Neden bunu aynı sevinçle 50 yaşında da söyleyemiyor insan? Neden nesnelere verdiğimiz değer oyuncaklarımızla sınırlı kalmadı ki? Büyüdükçe can acıtabilecek şeyler hiç artmıyormuş gibi. (Yazar bu oyuncak metaforu karşısında, kınadığını belli etmek için yeni nesil gençleri kınayan yaşlı teyzeler gibi “peeh”diyor şu an.)
Alt tarafı bir yürüyüşe çıktık, konu nerelere geldi. Her neyse. Allah’tan yazar ikizler burcu. Bu nedenle bir sonraki yazımı Sezen Aksu dinleyerek değil de Serdar Ortaç dinleyerek yazacağım. Modum daha yüksek olacağı için büyümenin olumlu yönlerinden de bahsederim belki. Büyümek başlı başına bir sorun değil çünkü. Güzel de. İçindeki çocuk seslerini susturmayınca bir zamanlar koşup oynadığın sokağın kışın yalnız ve soğuk olduğunu gördüğünde bile ona dair güzel şeyler hissedebilmene, soğuk da bile bir keramet görebilmene sebep oluyor.
Yazar: Amine Nadide Ergün