(Bu yazının okunması ortalama 3 dk sürmektedir.)
Sakin bir kış sabahıydı. Sanki önceki gece tüm şehri vuran tipi hiç yaşanmamış gibi. Her taraf bembeyaz, saf ve temiz. Ama sabahın erken saatinde uyanması gereken küçük kız için hiç de sakin bir sabah değildi. Heyecan, mutluluk ve telaş içinde uyanmıştı. Dokuz aydır sabırsızlıkla beklediği o an gelmişti sonunda. Gerekenden birkaç gün erken gelmişti o an ama onun için bu çok daha iyiydi. Sonunda sekiz yıllık kısacık hayatının en büyük hediyesine kavuşacaktı. Annesi acı çekiyorsa bile bunu belli etmemek için elinden geleni yapıyor, babası komşularla birlikte arabayı ayarlamaya çalışıyordu. Bir gece önceki tipi planlarda bir aksamaya neden olmuştu. Araba yerine komşunun minibüsüyle gideceklerdi ve tüm lastiklerin bir an önce zincirlenmesi gerekti. Hep birlikte annesinin minibüse binmesine yardım ettiler. Küçük kız çok heyecanlıydı. En sevdiği kıyafetlerini giymişti. Annesi, babası ve komşularla birlikte hastaneye doğru yola çıktılar. Her taraf bembeyaz karla kaplıydı. Adeta doğa, dünyaya gelecek olan o tertemiz melek için önceden hazırlık yapmış, her yanı pırıl pırıl beyaz mucizesiyle donatmıştı. Hastaneye vardıklarında heyecanı hiç olmadığı kadar yüksek, sevinci bedeninden taşarcasına coşkundu. O anda doktorun, gece aşırı yağan karın yolları kapatması nedeniyle hastaneye gelemiyor olduğu haberini aldılar. Sevinç ve heyecan bir anda panik ve korkuya dönüşmüştü. Duyguların bu denli hızla böylesi tersine dönmesi mümkün müydü? Mümkün olduğunu öğrenmişti. Doktor varmak zorundaydı, annesine yardım etmek zorundaydı, kardeşi doğmak zorundaydı! Korku dolu dakikalar sonunda doktor varmış ve annesi ameliyathaneye doğru uğurlanmıştı. Küçük kız, o zamanlar annesinin geri gelemeyeceği ihtimalini düşünmüyordu hiç. Bunun korkusunu da yaşamıyordu. Annesinin zarar görebileceğinin farkında bile değildi ki… Tek düşüncesi kardeşinin iyi olmasıydı. Annesinin iyi olacağına her nasılsa emindi çünkü. Saatler geçti ama daha önce hiç bu kadar uzun geçmemişti sanki. Zaman bükülmüş ve uzamış, saatler günler olmuş gibiydi. Sonunda doktor yanlarına gelip anne ve bebeğin sağlıklı olduğunu, yakında onu görebileceklerini söylediğinde küçük kız daha mutlu olamayacağına emindi. Ama yanılıyordu. Küçük ve sıcak hastane odasına girdiğinde mutluluğu inanılmaz bir şekilde katlanmıştı. İşte oradaydı. Odanın tam ortasında minicik bir beşikte minicik bir insan… İnsan gibi bile değildi. O kadar hassas ve o kadar masumdu ki… Güçsüz, çelimsiz, ablasının sevgisine ve desteğine muhtaç…
Minik bebek kıpkırmızı bir renkteydi. Annesi yarı uyanık halde “Uzaylı doğurdum herhalde!” diye şaka yaptığında buna içerledi. Ona göre kardeşi çok güzeldi ve çok özeldi. Onun tüm dünyada sahip olmayı en çok istediği şeydi. Ve işte şimdi buradaydı. Şimdiye dek gördüğü her şeyden daha sevimliydi. Sanki onun sevmesi için tasarlanmış gibiydi. Uzun uzun baktı ona. İnsanlar geldi, gitti, konuştu, gülüştü ve tebrikler sundu. Oysa o, sadece bebeğe odaklanmış, o minik varlığa hayran olmuştu.
O gün küçük kız artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını biliyordu. Artık yalnız değildi. Hayali arkadaşlarla ve kardeşlerle oynamak, kafasında yarattığı kurguları yaşamak, sürekli yazmak ama yazdıkları olmamak zorunda değildi. Artık eyleme geçebilirdi, çünkü onunla olacak biri vardı yanında. Onunla gülecek ve ağlayacak, onunla konuşup oynayacak, onun dertlerini dinleyecek ve o hala bu koca dünyayı anlamaya çalışırken “Sorun değil, ben de anlamıyorum. Ama birlikte öğrenebiliriz” deyip elinden tutacak biri vardı. İki küçük el, iki küçük beden, iki küçük ruh…
O yüzden sıkı sıkı sarıldı ona, onun umuduydu bu minik bebek. Ve büyüdükçe umut anlayışa, anlayış desteğe dönüşecekti. İşte 28 Aralık kışının buz gibi sabahında küçük kızın içini ve yaşamını sonsuza dek ısıtacak olan mucize doğmuştu.
Yazar: Göksu Keskin