ANLA(T)MAK

''Sezen Aksu, “Gülümse!” der. Sen bir avuç çakıl taşını hangi ırmağın sesinde sakladığını anımsarsın onunla.''

(Bu yazının okunması yaklaşık 2 dakika sürmektedir)

İnsan gündelik yaşamda, ifade etmenin ihtiyacını zaman zaman hisseder. İçinde bulunduğu ruh halini anlamlandırma adına, maddeleri aracı eder ifadesine. Buradaki ifade, bir sorgu odasında kaşları çatık polislerin karşısında sanık olarak bulunmanın bunaltıcı haliyle de anlaşılabilir, daha basit olarak hissedilen ve düşünülenleri dışarıya yani bizden olmayana yansıtmak yoluyla da. İfade biçimi ne kadar rahatsız edici olursa olsun, insan ihtiyaç duyar anlatmaya. Fakat herkes bir anlatıcı olmanın sorumluluğunu taşımak istemeyebilir veya bununla hiç ilgilenmeyebilir. Bu durumda söylenmiş cümlelere başvurabilir. Birileri zamanında belki de en güzel kelimeleri seçerek anlatmıştır insanın o halini. Yeni bir söz söylemeye ne takatimiz ne cesaretimiz vardır, yıllar önce ifade edilmiş bir duygunun içinde buluruz kendimizi. 

Bazen öyle aniden gelen bir yoğunluğun içinde oluruz ve anlatacak kimsemiz de yoktur, melodiler eşlik eder sahnelere. Sezen Aksu, “Gülümse!” der. Sen bir avuç çakıl taşını hangi ırmağın sesinde sakladığını anımsarsın onunla. Bana göre o şarkının en güzel kısmı hiçbir kelimenin kendine yer bulmadığı ilk 45 saniyesi. Eserin adı bir kenara, o melodi bende ya buruk bir tebessümün ya da gözlerime bir türlü yakıştıramadığım gülmelerin yansımasıdır. Bir dakikadan az süreye emanet ediyorum yakışıksız gülüşlerimi. Ve bunu pek meraklı olduğumdan değil, ihtiyaç duyduğumdan yapıyorum. Buruk bir tebessümü anlamadan sahici bir kahkaha atamayacağımı öğrendim. Yaşamak ve biriktirmek… Ömrümün sonuna kadar biriktirebilirim günleri, gözyaşları, aşkları. Fakat yaşar mıyım bir günü huzur içinde veya aşkı hiç bitmeyecekmiş gibi? Akar mı gözyaşlarım son damlası kuruyana dek? O yakışıksız gülüşleri anlama adına çırpınıyorum bu kadar. Öyle bir ihtiyaç duyuyorum anlatmaya. 

Yazıp çizdiklerim, söylediklerim yeterli olmayınca izini sürüyorum çağrışımların. Nazan Bekiroğlu bir “mimoza sürgünü”nde bahsetmişti çeşit çeşit esansı büyük bir incelikle şişelere doldurmanın zorluğundan. Ben o satırları okurken önce gül kokusunu duydum sonra annemin desen hazırlarken kullandığı ip gibi fırçayı hatırladım. Ne zaman annemin yoğun bir ışığın altında önündeki kağıda bir nokta yerleştirmek için gösterdiği hassasiyetine tanık olsam, saygı duyarım. Herkes bir şekilde anlamalı ve ifade etmeli kendini. Gerekirse huysuz polislerin karşısında ya da bir başına elinde bir fırçayla. Neşet Ertaş, “Neredesin Sen” demeye öyle muhtaç kalmış ki hapiste kağıdı kalemi de yok, sigara kağıtlarına yazmış kibritin barutlu kısmını ıslatarak. Şimdi ceylan gözlüsünü o şarkıda arayan onca insan var. Sanatçıların buna benzer anılarını duyarız. Kanla yapılan resimler, intihar ederken yazılan sözler… Bazen aklımız hayalimiz almaz yapılan fedakarlıkları. Fakat demek ki bir çift söz boğazına düğümlenip de dilinden dökülmeyince o fedakarlıklar yerinde geliyor insana.  

Buruk tebessümlerimi bırakıyorum bir kenara. Ve güzel bir sesin sözlerle olan ahengini dinliyorum. Benim bir kedim dahi yokken bana küsen şehir şimdi karşımda. Gözlerimi kapattığımda bir ırmağın kenarındayım. Yüzüme düzensiz bir şekilde sıçrayan su damlaları çoğaldıkça ıslandığımı hissedebiliyorum. İçimden sadece gülmek geliyor hatta doyasıya kahkaha atmak. 

Yazar: Neslişah Kahraman

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.