Birçok Şeyi Hevesle Sevenler İçin Cennet Hayatın Kendisidir
Binlerce din öğretisi, binlerce önder, kahraman, insanlık tarihi boyunca yaşamış olan her avcı ve toplayıcı, her medeniyet kurucusu ve yıkıcısı, her anne baba, dünyanın en çok seveni olduklarına inan her aşık çift, her umut dolu çocuk, her işçi, her süperstar, adına dünya dediğimiz “şey”de yaşadı. Sonsuza kadar yaşayacaklarını düşünerek kim bilir ne hayaller kurdular hiç ölmeyecekmiş gibi.
1556 yılındaki Çin depreminde 800.000 kişi hayatını kaybetti. Endonezya’daki Bhalo Kasırgası’nda 500.000 insan hayatını kaybetti. 1.Dünya Savaşı’nda 6 milyonu sivil olmak üzere 16 milyon insan öldü. İnsanlık tarihinin en kanlı savaşı olarak bilinen 2. Dünya Savaşı’nda ise 60-65 milyon kişi öldü. Rusya’daki Çernobil felaketi. Kara Ölüm diye anılan, 1347-51 yılları arasında tüm dünyayı ele geçiren veba salgını. Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan şu an ise tüm dünyayı saran, şimdiye kadar 14.000 kişinin canını alıp tüm insanları korkutan, kimilerinin biyolojik savaş olarak adlandırdığı -kim bu kadar acımasız olabilir- Corona Virüsü. Bunlar 200.000 yıllık insanlık tarihinin yalnızca altı cümlelik bir kesiti. Yani dünya, sayamayacağımız kadar felaketle boğuştu. Belki de dünyanın göbek adı felaketti.
Peki ne işim var tüm bu felaketlerin içinde? Kimse bana sormadı ki, dünyaya gidip bunları yaşamak ister misin? Geri dönüş bileti olsa bile kim böyle bir yolculuğa bile isteye çıkmak ister ki? Kim bu kadar ölümü görmek ister? Kim çok sevip sonra onu kaybedip, kendi miladı dolana kadar o acıyla yaşamak ister; doğru bildiği halde bu kadar yanlışın içinde yaşamak ister? Kim öleceğini bile bile hergün daha çok yaşamaya çalışır? Kimse sormadı maalesef. Bizim payımıza da acısıyla tatlısıyla yaşamak düştü. Sanırım meselemiz tam da bu noktada başlıyor.
“Nesinden tutsam dünyanın kopmuş gidiyor” diye başlayıp bir ezgi tutturuyor Erkan Oğur ve Hüsnü Arkan. Nesinden tutabilirsin ki. Hadi tuttun diyelim, tutsan ne yapabilirsin ki? Böyle bir dünyanın neresinden tutarsan tut elinde mi kalır peki? Şarkı devam ediyor; “Güzel gün görmeye canım, vadem yetmiyor.” Sanmıyorum a canım. Burada önce bir düşünmek gerek “güzel gün” diye tanımladığımız şey ne olabilir? Sonuçta ne demişler, güzellik göre-celidir. Sahi size göre neydi, şu üç günlük dünyayı güzel olarak tanımlatabilecek şey? İyi bir iş, iyi bir terfi, güzel bir ev, güzel bir meslek ve hem karnımızı hem gözümü hem de bitmek bilmeyen arzumuzu doyuracak kadar para, bir de altımızda araba, en sevdiğimiz rimelin indirime girmesi, vitrinde gördüğümüz kıyafeti tek bir tuşla alabilmek. Güzel gün dedikleri bu olsa gerek? Peki nereye kadar? Tüm bunları kaybettiğimde güzel olarak tanımlayabilecek miyim hayatımı?
Çinli bir bilge der ki: “Doğduğun zaman 1’sin, sapasağlam bir 1. Zamanla 1’in sağına sıfırlar eklersin; diplomaların olur, unvanların, rollerin, rozetlerin olur, evler, arabalar alırsın. Bunların her biri bir sıfır ama 1’in sağına eklendikçe senin değerin artar. Şu hale gelirsin: 10000000…0.
Bütün bu sıfırların ne zamana kadar değeri vardır? Sen hayatta olduğun sürece. Sen öldün, 1 gitti, 00000000…0 oldu, sıfırların hiçbir anlamı kalmadı. İşte 1 bizim psikolojik rollerimizi, 0’lar da sosyal rollerimizi ifade ediyor.”
Peki sadece öldüğümüzde mi kaybederiz bu 0’ları? “Ölmeden önce ölmek” dedikleri yaşamın ta kendisi olmalıydı. Yaşamak başlı başına ölüp ölüp dirilen bedenlerle doluydu sanki. Hem de her saniye. Terk edilmenin veya sevip de kavuşamamanın acısını omuzlarında taşıyarak geziyordu insanlar sokak kaldırımlarını, kalabalık caddeleri. Kavuşup kaybedenler de aynı kaldırımlarda yürüyordu. Dünyada kırıntı bırakmayana dek güldükten yalnızca iki dakika sonra dünyasının en acı haberini almanın, hergün olduğu gibi güneşli bir sabaha uyanacağına inanırken sabah olmadan kendini beton ve toz yığının altında bulmanın acısıyla yaşama devam edenler vardı bir de. Hergün olduğu gibi sıradan bir “hoşçakal” ile ayrıldıktan sonra onsuz kalacağını sonradan fark etmeyenler geçiyordu yanımdan. Vatanım dediği toprakların, kendisini dünyanın sahibi sanan insanlar tarafından işgal edilmesiyle kendisini bir okyanusun ortasında, küçücük bir botun içinde “acaba karaya vurabilecek miyiz?” -21. yüzyılda kim bu soruyu soracağını düşünür?- sorusuyla ölüm kalım savaşı verip karaya vardıktan sonra bir de orada adının artık Ayşe, Ahmet olarak değil de “mülteci” olmasının acısını omuzlarında taşıyor insanlar. Belki aynı market sırasını belki aynı sınıfı belki aynı apartmanı taşıyorum bu insanlarla. Hiçbiri olmasa da aynı yeryüzünü ve gökyüzünü paylaştığım kesin. Belki de bu acılardan birini ya da benzerini ben taşıyorumdur omuzlarımda. Belki değil, illa ki bir acı taşıyorumdur. Asıl acı kısım ne biliyor musunuz? İnsanın tüm bu acılarla yaşamaya çalışması. İşte buna “ölmeden önce ölmek” deniyor. Yaşayan ölülerle dolu dört bir yanımız. E insanoğlu ne yapıyor peki? Ölüp ölüp diriliyor. Öldüm sanıyor, tekrar diriliyor. O acıyla sokak kaldırımlarında nasıl yürünürü, güzel günler için nasıl tekrar umut besleniri öğreniyor. İnsan acıyla yaşamayı öğreniyor. İnsan baş etmeyi öğreniyor, bağışıklık kazanıyor. Eğer 1’i güçlüyse, hayatta kalmaya devam ediyor, güzel bakabiliyor. Güzeli göre-ce-biliyor.
Tasavvufta çok güzel bir hikaye vardır:
“İnsanın belalara uğrayınca çırpınarak kaçması, sabretmemesi, tencerede kaynayan nohutun, tencereden zıplayarak kaçmaya çalışmasına benzer. Tencerede ateş kaynayınca, nohut başlar zıplamaya. Bir yandan da feryat eder. Yemeği pişirene sitemle, “Neden beni ateşe atıp, kaynatıyorsun! Pazardan, para verip satın aldın, şimdi neden beni bu hallere uğratıyorsun” diye dert yanar. Yemeği pişiren kişi de, kepçeyle üzerine bastırıp; “Yook, sen güzelce kayna, sakın zıplayıp tencereden kaçmaya kalkma. Seni sevmediğimden, garezimden kaynatmıyorum. Seni kaynatışım, lezzet kazanman, tatlanman, yumuşaman içindir. Bu sınayış, seni horlamak için değildir” diyor.
Dert gelecek, acı gelecek ve tüm bunlar beni (1) güçlendiren şeyler olacak. Sanırım dünyanın derdinden, acısından kaçmaya çalışmak pek mantıklı değil. Beni güçlendiren, değiştiren, dönüştüren, belki de iyileştiren şeyler olduğunu fark etmemiz gerek.
Sanskritçe’de bir kelime var: Santosha. “Kötü bir durumu kabul etmek ve boyun eğmekten ziyade, olanla birlikte var olmak ve bu varlığın içinde her zaman bir tatmin hissetmekle ve kişinin hangi noktada ise oradan ilerlemeyi kabul etmesiyle ilintilidir.” Hadi siz şimdi bunu tüm dünya hayatına uyarlayın.
Belki de kabul etmeli insan dünyanın ölüp ölüp yeniden dirilmelerle -ama mutlaka dirilmelerle- acılarla ve o yaşanılan acılardan çıkartılan derslerle devam edilen bir yer olduğunu. Dünya hali çünkü kabul etmeli insan birgün her şeyim (!) dediği 0’larını yitirdiğinde ya da uzak kaldığında, bugüne kadar hiç dönüp bakmadığı, belki utandığı, belki korkup kaçtığı kendisi (1) ile evde tek başına aylarca yaşamayı. Dünya hali çünkü “bu da geçer Ya Hu” demeyi bilmeli insan. Geçer çünkü dünyada bir tane dert yok ki. Daha sıradaki var. Yok öyle bir tane dert ile bu dünyadan geçmek. O dert geçtikten sonra bir başka derdin geleceğini kabul edip, o derdi de hoşgörüyle ve anlayışla karşılamayı, “dünya hali” demeyi kabul etmeli insan. Tıpkı dört mevsimin birbiri ardına dizilip sırasıyla gelişini ve gidişini, her yıl aynı döngüyü tamamladığını kabul ettiği gibi. Sonra mı? O da geçer ya hu. Bak, Sezen de diyor: “Geçer geçer, daha öncekiler gibi. Bu da geçer, neler neler geçmedi ki”. Dünya hali çünkü.
Tüm bu dertler varken insan mutlu veya huzurlu olabilir mi? Olur a canım. Hem de öyle güzel olur ki. İnsan, günün birinde her şeyini yitireceğini bile bile yaşar. Bunu bilen insanoğlu ölümü, felaketi, acıyı iki türlü bekler. Ya “nasıl olsa öleceğiz, ne gerek var bu kadar sevmeye” der ya da bir güneşin kirpiklerinin arasından süzülürken nasıl hissettirdiğine bakabilir. Bir çocuğun parkta annesine-babasına koşuşunu sanki cennetin dünyadaki fragmanıymış gibi izleyebilir. Bir müzik dinlerken notaların sanki dünyanın en berrak nehri gibi ruhuna nasıl aktığını ve ruhunu nasıl temizlediğini hissedebilir. Bir gün gün batımının veya seher vaktinin kızıllığında sarhoş olabilir. Ne demiş Mevlana; “Bizi şarabın tadı değil, gün batımının kızıllığı sarhoş etti.”
“Yitirmeden anlamaz insan” diyor Pinhani. Yitirmeden anlamıyoruz çaydanlıktan tüten buharı seyretmenin bile nasıl da huzur verebildiğini. “Dokunuyoruz ama bulamıyoruz, dokunuyoruz ama karışmıyoruz” demişti bir arkadaşım. Sarıldığımızda kalplerimizin birbirine hiç olmadığı kadar yakın olduğunu, birbirlerinin sesini dinleyebildiğini, iki kalbin her seferinde bıkmadan usanmadan birbirlerine nasıl da içtenlikle selam verebildiğini uzak kalmayınca anlamıyoruz. Bedenimizin, düşüncelerimizin, kalp atışımızın, duygularımızın bir uzantısı olan adımlarımızın aslında ne kadar anlamlı ve özgür olduğunu, kendi içerisinde bir uyum ve ritminin olduğunu adımlarımız kısıtlanmadan anlamıyoruz. Market rafları arasında dilediğimizce gezmenin, el ele dolaşmanın, el sıkışırken aslında ne kadar çok şey paylaştığımızın, temiz havada içtiğimiz bir yudum çayın, bahar gelince doğumuna şahit olduğumuz çiçeklere hayranlıkla bakmanın, gölge arayarak kaçtığımız güneşli havanın ne kadar kıymetli olduğunu, arkadaşlarımızla içtiğimiz sıradan bir kahvenin tadının illa ki farklı olduğunu yitirmeden anlamıyoruz. “Son durağa gelmeden yolculuğun bitmek üzere olduğunu haber vermediler. Birdenbire, ‘buraya kadar!’ dediler. Oysa bilseydin nasıl dikkatli bakardın istasyonlara, pencereden görünen hiçbir ağacı, hiçbir gökyüzü parçasını kaçırmazdın. Bütün sularda gölgeni seyrederdin” diyor Oğuz Atay. İlla bir isim koyacak ise buna “Şükür” de denebilir, “mindfull yaşamak” da. “Bir yemeği ziyafete, bir evi yuvaya, bir yabancıyı dosta çeviren şey şükürdür” demiş bilge. Yitirmeden anlamanın anahtarı bu söz olabilir mi diye düşünmeden edemiyor insan. Yoksa nasıl hissetsin insan, dostunun yanı başında attığı kahkahanın kulaklarını nasıl da güzel öptüğünü? “Birçok şeyi hevesle sevenler için cennet hayatın kendisidir” diyor bilge. Yolda yürürken kulağına çalınan bir kahkaha sesi, gün batımının kızıllığı, dostlarla içilen bir çayın mideye inene kadarki yolculuğu, yolda süzülerek giden bir araba, saçları dansa davet eden bir rüzgar cennete çevirebilir hayatınızı. O rüzgar saçlarınızı bozadabilir, dans da ettirebilir. Evde oturup kendisiyle vakit geçirmeye, hızla akıp giden dünyada dinlecek bir boşluk bulmasına, yeni şeyler -en çok kendini- keşfetmeye karantina da diyebilir, inziva da. “Güzellik göre-celidir” sözündeki göre-ce işte burada başlıyor. 3 lira verdiğiniz çay 3 dakikada da bitebilir, sevdiğinizin gözlerinin içine bakıp gülen göz kapaklarını görerek yudumlayabilenler ve birçok şeyi hevesle sevenler için evet, cennet hayatın kendisi de olabilir.
İnsan acılarla dolu bu dünyada öyle ya da böyle yaşayabilir. Tıpkı Erkan Oğur ve Hüsnü Arkan’ın şarkının sonunda dediği gibi:
“Huy benim değil mi Tanrı’m güzel sevmeli
Hem güzel sevmeli canım hem dert çekmeli…”
Yitirmeden anlayacak kadar güçlü bir 1 olmanız, cennetin kendisini hayatta bulabilmeniz dileğiyle…
Yazar: Büşra Üstün