(Bu yazının okunma süresi yaklaşık üç dakika sürmektedir.)
Bugün gözlerimi kırıklarımdan açtım. Perdeden usulca sızan gün ışığı daha da belirginleştirdi kalbimin kırıklarını. Karamsar olma konusunda hiç bu kadar kararlı olmamıştım. O eski Polyannalığımdan eser yoktu şimdi. Acının etrafında büyüyüp hayatla tanışmıştım.
Hayatla tanıştığımdan beri bazı günler kışlık rafında unutulmuş eski bir şapka gibi hissederdim kendimi. Bazı günler de bir daha duyamayacağımı bildiğim bir sesi hatırlamaya çalışırdım. Her kokusunu unuttum sandığımda sesi orada olurdu. Gözlerine gelince… Gözlerindeki çocuk hep hüzünlüydü. Çoğu zaman bunu saklayamasa da beraberken gözlerinin içi güler, o küçük çocuk kaybolur giderdi. Gözlerinin ardında yaşananları pek kimse bilmezdi, kendi bile.
“Gitmek ve kalmak üzerine ne çok hikâye yazılır.” diye düşündüm. Gitmek ve kalmak… Gidene bilinmeze yolculuk ediyor derlerdi sanki kalanın yolculuğu biliniyormuş gibi. Giden kanatlanıp uçan bir kuş olursa eğer, kalan bir ağaç olurdu. Bir gün kuşu gelir yeniden konar umuduyla köklenmek için çabalar dururdu. Mevsimler boyu oracıkta büyütürdü kendini. Çünkü kuşunun da bir gün büyüyeceğinden emin olurdu. Ya da belki de bir gün bırakırdı beklemeyi artık daha fazla kırmasınlar diye. Günün sonunda ağacın da yolculuğu en az kuşun yolculuğu kadar bilinmezdi.
Eskiden yazı yazarken tek bir harfi yanlış yazsam sayfayı yırtar atardım. O hatanın hiç olmadığına kendimi ikna ederdim. Asla karalamazdım çünkü hayatımdaki bir hatanın varlığı beni inanılmaz rahatsız ederdi. Karalasam oradan hiç çıkmayacak bir iz kalırdı. Oysa ben izlere hiç alışkın değildim. Bana göre her şey mükemmel olmak zorundaydı. Öyle bir gezegenin henüz keşfedilmediğini geç fark etmiştim. Büyüdükçe hataların silinmez olduğunu ve herkesin hata yapabileceğini öğrendim. Böylece yazılarımı yırtıp atmak yerine karalamayı öğrendim. Çünkü artık hayatımın yazılarını yazıyordum. Artık üstü karalansa bile varlığını silemediğim bir defterim vardı. Dopdolu yaşanmış sayfalar… Tıpkı hayatım gibi.
Dünüm ve yarınım kalbimin odalarını öyle bir kaplamıştı ki bugünümü sığdıramaz olmuştum. Bir şeyleri onarmak için perdeyi kaldırmam gerekliydi belki. Perdenin ardındakileri açığa çıkarıp yüzleşme vaktim gelmişti. Beni en çok ağlatan ve aynı zamanda ağlamamayı öğreten aynı kişiydi. Tıpkı beni en çok güldürenin de o olduğu gibi. Şöyle düşündüm: “O hiçbir zaman fark etmemişti gözlerime verdiği ışıltıyı, bense hiçbir zaman anlatmamıştım. Yanı başındayken görememişti beni. Belki de en acısı buydu.” Her milimimi tanıyan biri artık bir yabancıydı.
Sayamayacağım kadar kırık, kırılacak yeri kalmamış kalbim… Hayatına sığdıramadığı tek kişi hep ben olmuştum. Bu dünyaya ya bir eksik ya da bir fazlaydım. Umutlarım belki de olmazı olur sanmaktan yorulmuştu. Duvarlar örmüştüm ondan başkasının yıkamayacağı ama görünce onun da korkup kaçacağı. Ben ona koştuğum her vakit ona koştuğumu inkâr edendim. Ne zaman beni kırmak istemediğini söylese hep daha çok kırmıştı. Yok ettiğim fotoğraflar ve satırlar hiçbir şeyi yaşanmamış saymıyordu. Onlar dün oradaydı. Şimdi o elimi tutmazken ben nasıl tutardım ki? Bir gün çıkıp “Seni sevmiyorum!” desem ona olan sevgimden olurdu. Bizi bu hâle getiren yine bizden başkası değildi.
Onu her gördüğüm an göz kenarlarından öperdim. Gözümden sakındığım şimdi çok uzaklardaydı. Gözyaşlarına kıyamadığım, gözlerini saklar olmuştu benden. Belki de sevgimizi kendimizden çok büyütüp kendimizi sığdıramaz olmuştuk. Zaten bize yakışan hikâye de başka şekilde bitemezdi. Sessizce fısıldadım: “Bu garip bir veda olacak, çünkü aslında hep içimdesin.”
Sıla İrem Çolak
Görsel Kaynak:https://pin.it/aSzLlYft4