Bugün karşınıza birinin çıkıp ‘’Mutlu bir insanı gösterir misiniz?’’ dediğini varsayalım. Çoğumuz gülümseyen, kahkaha atan insanları gösteririz. Zihnimizde mutluluk kavramı gülümsemek eylemi ile o kadar çok kodlanmış ki mutlu bir insanı gülümseyişinden çıkartıyoruz. Peki ya gülümsemek eylemi beraberinde mutluluğu getiriyor mu? Yapılan araştırmalara göre gülümsemenin beyin fonksiyonlarında bazı değişimlere yol açtığı gözlemlenmiş. Gülümsediğimizde beyin endorfin, serotonin gibi mutlu hissetmemizi sağlayacak hormonları salgılamaya başlıyor. Bu ve benzeri araştırmaları bir köşeye koyup bir soru yöneltmek istiyorum. Mutluluğa gülmek dışında ne gibi anlamlar yükleyebiliriz. Gülümsemek, mutlu olduğumuzu göstermenin en kolay yollarından biriyken her gülümsemeyi mutluluk olarak anlamlandırmak ne kadar doğru. Biri sizi gelip gıdıklasa gülersiniz peki bu sizi mutlu eder mi? Mutluluğa operasyonel bir tanım yapmadan önce, mutluluk kavramının altını nasıl doldurduğumuzu düşünmeye çalışsak ya da mutluluğu nerelerde aramaya çalıştığımızı..
Ne tarafa kafamı çevirsem mutluluk kavramının altını maddeyle doldurmuş insanlarla karşılaşıyorum. Mutlu olmak için neden arayan, şu anda mutlu olmasını gerektirecek bir şey olmadığını düşünen; istediği ayakkabıyı alamadığı, istediği parayı kazanamadığı, istediği işte çalışamadığı, istediği arabaya binemediği, kimse tarafından takdir edilmediği için ve daha binlerce mutluluğu temennisinde, maddede, eylemde arayan insan. Kimisinin mutluluğa giden yolunda iki adımı kalmışken kimisinin yola çıkmak için valizini toplaması gerekir. Mutluluk iki adımlık yol mesafesinde miydi ya da valiz gerektirecek kadar uzakta mıydı? Sahi neredeydi mutluluk hangi taşın altında, hangi kapının ardındaydı. Kim bilir belki de nerede olduğundan çok nerede aradığımızdaydı?
Yunan mitolojisinde mutluluğa dair bir hikayeye göre; Tanrılar, insanlar mutluluğu arasın ve böylece kıymetli olsun diye saklamaya karar verirler. Biri ‘’Göklerin en uzağına saklayalım.’’ , diğeri ‘’Denizin en dibine…’’ , öbürü, ‘’Ormanın en kuytusuna saklayalım,’’ der. Sonunda biri de der ki, ‘’İçlerine saklayalım. Oraya bakmak akıllarına gelmez.’’
Cebimize bakmak, cüzdanımızın içine bile bakmak aklımıza gelmiştir; o kadar dışarıda aradık ki mutluluğu o kadar maddede aradık ki içimizi açıp bakmak aklımıza gelmedi. İçimize bakmaktan bizi alıkoyan neydi? Kendimizden korkmuşuzdur belki de; kimliksizliğimizden, üzerimize yapıştırmaya çalıştığımız etiketlerden. Mutluluğu içimizde arayamıyoruz çünkü arayamaz haldeyiz. İçimizde bir şeyleri aramadan önce kendimizi bulmamız gerekiyor. Birbirimize o kadar benzemeye çalışıyoruz ki; aynı kıyafetleri giyiyoruz, aynı müziği dinliyoruz, aynı şeyi seyrediyoruz. Aynı fabrika çıkışlı, aynı etikete sahip binlerce sürüyüz. Mutluluğu kendimizde arayalım da biz kimiz?
Kaybolmuş kimliklerimizin içinde hapsolmuş mutluluğu aramaya çalışırken Vladimir Nabokov’un sesi yankılanıyor bomboş koridorda:
“Ve yine de mutluyum. Evet, mutlu. Yemin ederim. Yemin ederim ki mutluyum… Biraz bayağı, biraz da hilebazmışım, kayda değer yönlerimi -hayal dünyamı, bilgeliğimi, edebi yeteneğimi…- kimse takdir etmiyormuş, ne fark eder. Kendime gözümü ayırmadan bakabildiğim için mutluyum; aslında kendine bakmak hemen herkes için ilgi çekicidir- evet, kesinlikle ilgi çekici!.. Mutluyum- evet, mutlu!”
Ve sen de aynanın karşısında kendine gözünü ayırmadan bakabiliyorsan mutluluğu seyrediyorsun demektir.
Yazar: Gizem Erdoğan