(Bu yazının okunması yaklaşık 3 dakika sürmektedir.)
2 el ateş edildi havaya, bir anlığına aydınlandı daracık odamın içi. Işıktan değil, sesten korktum. Penceremin hemen dibinde olan yatağımdan kalktım aniden ve en uzak köşeye attım kendimi. İki elimi dizlerime bağlayarak oturdum. Önce biraz doldu gözlerim, sonra tuttum kendimi. Evdekiler uyanmasın diye içime attım çığlığımı. Odamın kapısı açıldı, içeri giren ablamdı:
—Korkmana gerek yok, asker uğurlaması yapıyorlar sadece. Eğer istiyorsan yanında kalabilirim.
—Gerek yok, yatıyorum şimdi.
Sakin kalmaya çalıştım, öyleydim de aslında. Yatağa girmeden önce biraz kitap okumak istedim. Stefan Zweig’ın “Mecburiyet”ini yeni bitirmiştim, hala baş ucumdaydı. Herhangi bir sayfasını açıp okumaya başladım:
“Onların belli amaçları var; benimse zayıflamış, harap olmuş sinirlerim.”
Bazen okuduğum bir cümle beni çok etkiler ve saatlerce düşünürüm üstünde. Bu sefer öyle olmadı, hatta huzursuz oldum. Işıkları kapatıp uyumaya karar verdim. Şimdi ise korna sesleri geliyordu, müziğin sesi yükselmişti ve sanırım dışarıda dans eden bir kalabalık vardı. Uyuyamayacağımdan adım gibi emindim. Hatta bu sese rağmen uyuyacak olan aileme de öfkelendim ve umarsızca dolaşmaya başladım evin içinde. Mutfağa girip bir bardak su aldım. Salona geçip televizyonu açtım, haber kanallarından birinde kalmışız en son. Ekranın kenarlarını kaplayan kırmızı şerit gözlerimi acıttı. Bir şey ne kadar beklenmedik olursa olsun böyle can acıtmamalıydı. Bir ölüm haberi değildi, savaş çıkmamıştı hatta evimizin önündeki asker uğurlaması bile daha ilgi çekiciydi. Biraz önce okuduğum cümleden mi yoksa dramaya olan ihtiyacımdan mı bilmiyorum ama içimdeki huzursuzluk artık göz ardı edemeyeceğim bir hale geldi. Bazı çok bilenler endişelerimizi de kabul etmeli ve kendimizi huzursuz hissettiğimizde onu yenmeye çalışmamalıyız diyor. Peki, şu an nefes alamadığımdan haberleri var mı bu çok bilenlerin? Ya da havaya açılan ateşlerden birine denk gelmek istediğimi tahmin edebilirler mi? Ekranın en altından akan şeridi takip ediyordum, birbirini izleyen olaylar, açıklamalar, hepsi iki çizginin arasında hareket ediyordu. Bir süre sonra akan şeritten sadece şu cümleyi okuyordum:
“Onların belli amaçları var, benimse zayıflamış, harap olmuş sinirlerim.”
Kanalları değiştirmeye başladım, herkesin bir derdi vardı. Kimisi fazla kilolarıyla baş etmeye çalışıyordu, kimisi dünyayı kurtardığını zannediyordu. Dünyanın kurtarılmaya olan ihtiyacı mı büyük, bizdeki birini kurtarma ihtiyacı mı? Öyle karışık duygular içindeydim ve beynim çatlamak üzereydi. Zaten yorgun bir şekilde kendimi attığım yataktan bunları düşünmek için mi kalkmıştım? Nereye baksam bir ironi, tezatlık görüyordum. Harap olmuş sinirlerim yüzümde bir gülümsemeye neden oluyordu. Onların amaçları benden büyüktü. Ne diye ilgileniyordum, benim dertlerimi hiçe sayan insanların sözleriyle? Gerçekten komik olduğu için mi gülüyordum bu insanlara? Öyleyse komik bir şey mi açlık, yoksulluk, ölüm, eşitsizlik? Hakları elinden alınıyor diye güler miydi bir insan? Küçükken öyle değildi. Abim elimden çikolatamı aldığında ağlardım, şimdi elimden ne alınsa gülüyorum. Mahallemde atılan bir kurşunu hiç yadırgamamıştım değil mi, geçip bir köşeye korkumla baş başa kalmıştım. Neler olduğunu merak etmemiştim. Çünkü her şeye alıştırıldık. Bize büyük resmi görmemizi söylediler, biz o resimlerde küçücük kaldık. O büyüklüğün hiçbir yerinde bir alan bulamadık kendimize. Bir çölde kum tanesi bile değildik. O muazzam eserler sadece hayallerindeydi. Aslında ressamlar bilir, ne kadar gerçeği yansıtmak isteseler de ortaya çıkan eserlerin yine de bir hayal ürünü olduğunu. Ama büyük insanlar bunu hiçbir zaman anlayamadı.
Bana bağırıyordu karşımdaki ekranın çarpıcı ve göz acıtan renk tonlaması, “Senden bahsediyoruz, aç kulağını da dinle!” diye. Fakat ben hiçbir zaman sevmedim öyle büyük harfleri, vurguları. Ben hiçbir zaman bağırmadım kendimi anlatmak için. Rica ediyorum, benden bahsederek kavga etmeyin. Ben adımı sizin kavgalarınıza yakıştıramıyorum. Zayıflayan sinirlerimi olanları anlamaya çalışarak sizin amaçlarınıza harcamak istemiyorum. Mahallemdeki asker uğurlaması bile hak ediyor benim bitap düşmüş aklımı. Meşaleler acıtmıyor gözümü ekranın vurgulu tonlaması kadar ya da tezahüratlar kulağımı tırmalamıyor bir son dakika açıklamasına kıyasla.
Balkon camından izliyordum eğlenceyi. Yüzümde yine birkaç dakika öncesinin problemli gülüşü vardı. Bu sefer zayıflayan sinirlerim değil, bildiklerim sebep oluyordu gülmeme. Gözümdeki damarların yanmaktan nasıl belirginleştiğini anlatabilseydim onlara, böyle şarkılar söyleyip dans ederler miydi? Uzaklaştım bu sahneden ve odama doğru yürümeye başladım. Kalabalığın dağıldığı, seslerin azalmasından anlaşılıyordu. Gittikçe uzaklaşan bir ses vardı:
—En büyük asker bizim asker!
Yazar: Neslişah Kahraman