(Bu yazının okunması yaklaşık 2 dakika sürmektedir.)
Yağmur yağıyordu, sokaklara saatlerdir kafamdan çıkmayan yağmur damlalarının o aşina sesi hakimdi. Böyle bir havada bulutların hüzün dolu gözyaşlarının saçlarımdan süzülüp gitmesine izin vermek gibi şahane bir amaç bulmuştum kendime. Evime varan en uzun yolu hesaplamak için öğrendiğim tüm matematik bilgilerini kullandıktan sonra, dörtyola doğru ilerleyip tam ortasında durdum. Sağ elimde gitar çantamı, sol elimde de sırt çantamı sıkı sıkıya tutan parmaklarımı biraz gevşettim ve sonra tekrar sıktım. Saatin kaç olduğundan haberim yoktu, en ufak bir tahmin bile yürütemeyecek kadar yorgundu zihnim. Zaten ne bir araba görmüştüm ne de yaşayan bir varlık. Harekete geçme sırası geldiğinde yüzümü evime giden sokağa döndüm. Gözlerimi kapatıp ciğerlerime doldurduğum nefesi var gücümle tuttum ve dönmeye başladım. Kendi etrafımda, deli gibi, yalpalayarak ve giderek hızlanarak. Böyle hatırı sayılır bir süre döndükten sonra aniden durup gözlerimi açtığımda önümdeki sokağın evime giden sokak olmadığını anlar anlamaz yürümeye başladım. Sarhoş gibi adımlarımın dengesizliğinin yok oluşunu büyük bir mutsuzlukla seyrederek. Dönmeyi birden durdurduğumda düşmemek için herhangi bir çaba göstermemiştim, dolayısıyla yerdeki su birikintileri ile bir olmayı umuyordum ama dengem beni şaşırtacak bir güçle direnip ayakta kalmamı sağladı.
Girdiğim sokak ıssız ve dardı, kapısı olduğu halde sanki içine yüzyıllardır adım atılmamış yapıtlarla doluydu iki yanım. İstemsizce kendimi o unutulmuş yapıtlara benzettim, boş bulunduğum bir anda. Oysa daha dün söz vermiştim kendime. Bir “hiç” olduğumu düşünmeyecek ve o düşünceye alışmak adına yapılan her türlü teşbihten uzak duracaktım. Yine de benim gibi bir hiçlikten, yokluktan, var olmayandan ve de var olamayandan meydana gelen “şans” beni bu sokağa yönlendirmişti. Vaktimi verilen ama tutulamayan sözler üzerinde durarak harcayamazdım.
Yağmur iyice şiddetlenmişti. “Çok yağmur yağarsa ne olur?” diye sordu, olmakla olmamak arasında kalan bir sokak lambası. Verecek cevabım olmadığından mı bilmem ama biraz bekledim konuşmadan evvel. “Düşüncelerimde boğulurum o zaman.” diye yanıtladım ancak kararsız sokak lambası çoktan pes edip sönmüştü bile, geç kalmıştım. O sokak lambası söndüğünde, daracık sokaktaki tüm lambalar yitirdi ışığını aynı anda. Sokak karanlığa büründü bürünmesine de garip olan bu ay ışığı ile aydınlanan tuhaf yerde renklerin gri ve siyahın tonlarına dönüşmesiydi. Bu renksizliğin karanlıktan kaynaklanmadığına, yıllarca karanlıkta vakit geçirmiş biri olarak emindim. Renksizlik demişken, renklerin dünyasından dışlanıp bir hiç olarak kabul edilen siyahı da kendime benzetmeyi ihmal etmedim yoluma devam etmeden önce.
Ara sokak yoktu, yolun sonu karanlıktı. Siyahla son gecesine süslenmiş bu sokakta, unutulmaya mahkum binalardan biri dikkatimi çekti. Tüm binalar birbirine benzerken, o bina tek bir dairesi yüzünden farklıydı. Üst katlarda bulunan bir daireden gelen sarı ışık fark edilecek kadar parlak değildi ancak gözüme takılmıştı bir kere. Hızlı ve kararlı adımlarla ilerlerken tahmin ettiğimden çok daha kısa bir süre içinde ışığı yanan dairenin binasının önünde buldum kendimi. İçimdeki o tanıdık ses “Gitme, yoluna devam et!” diye haykırıyordu ve belki de haklıydı ama merakıma yenik düşmüştüm. Çekinerek ve usulca uzandım kapıya.
Pastan dolayı gıcırdayarak zar zor açılan kapıdan içeri girmeden evvel arkama baktım. Kurşuni gri rengine boyanmış bir gökyüzü ve umutsuz su damlaları… Bu sıradanlığı şimdiden özlemiştim. Arkamdan büyük bir gürültüyle kapanan kapıdan bir iki adım uzaklaşarak merdivenlerin önünde durdum. Çantamdan, saçlarımdan ve yüzümden yere düşen yağmur damlalarının sesi haricinde sağır edici bir fırtına öncesi sessizliği vardı. Şimdi sıra beni o karanlık sona ulaşmaktan alıkoyan son umut ışığımla tanışmaya gelmişti. Her basamağında farklı bir bulmacanın olduğu o merdivenlere tereddüt etmeden ilk adımımı attım ve her zamanki gibi akışına bıraktım.
Yazar: Özgür Özben