(Bu yazının okunma süresi yaklaşık 5 dakikadır.)
“Türk kahvesi,” dedim. “Sade, lütfen.”
Ne zaman keşfetmiştik burayı, hatırlamaya çalıştım. Sonunun nereye gittiğini bilmediğimiz bir ara sokağın, ana caddeyle kesiştiği noktada, küçük bir kafeydi. Belki adından, belki de etraftaki diğer mekanlardan sıyrılmayı başaran tasarımından dolayı dikkatimizi çekmişti. “Saat üçte,” diye sözleşmiştik dün gece. Üçe yirmi kala, elimde kocaman bir buketle girdim içeri. Çok anlamazdım çiçeklerden, yine de her zaman çok sevdim buluşmalarımıza çiçekle gelmeyi. Haftsonu olmasına rağmen, pek de kalabalık sayılmazdı. Böyle bir gün için, kalabalık olması mı, yoksa olmaması gerekirdi bilemedim. Ceplerimi yokladım. Her şey yerli yerindeydi. Saate baktım, daha on dakika vardı gelmesine.
Ne çok şey yaşanmıştı burada… Kollarımın arasına girip başını göğsüme yasladığında, zaman dururdu benim için. Yüzünü izlemeye dalardım bazen, kendi kendime “Allah’ım ne kadar güzel,” diye düşünmekten, kaçırırdım söylediklerini. Kızardı o zamanlar bana. “Aaa, boşuna mı anlatıyorum ben,” derdi. Ama hoşuna da giderdi. Çok gülerdik hep. Sıkça takılırdık birbirimize.
-E’leri uzatarak söylememle, bana iltifat ettiğinde donup kalmamla, kahve tercihlerimle dalga geçerdi hep. Bozulmazdım ben, yine de usul usul yaklaşıp gönlümü almaya çalışması için bozulmuş gibi yapardım. Fotoğraflarını çekmeyi çok severdim, manzara fotoğrafçılığıydı benim için bir nevi; kötü çıktığını söylediği fotoğraflarını izlediğimi bilmezdi. Kendini çirkin hissettiği zamanlarda, anlam veremezdim buna. Yolda yürürken karşıya değil, ona bakarak yürürdüm. Görüşemediğimiz zamanlar için yüzünü depolarcasına hafızamda, tek bir anı bile kaçırmak istemezdim.
Omzumda yumuşacık bir dokunuşla, düşüncelerin arasından çıkıp kafamı kaldırdım. Sıkıca sarıldık. “Beklettim yine seni,” dedi. Gülümsedim. Tekrar sarıldık. Çiçekleri verdim. Mutlulukla karışık mahcubiyet, onda en tatlı duran şeydi.
Bir süre konuştuktan sonra duraksadı. Beni, bazı zamanlar kendimden bile iyi tanırdı. Saklayamamıştım.
“Bir tuhaflık var sende,” dedi. “Bir şey mi oldu?”
Karşısında soğukkanlı durabilmek, başarılı olduğum bir alan değildi. Nerede açık verdiğimi düşünecek kadar bile vaktim yoktu. “Yoo,” diyebildim. Devamını getirebilecek gücü bulamadım kendimde.
“Kötü bir şey mi?”
Onca cümlenin, yüzlerce farklı kombinasyonla zihnimde süzüldüğü anlardan biriydi. Söylenebilecek her şeyin anlamlı olabileceği, söyledikten sonra ise hiçbir anlam ifade etmeyeceği anlar…
“Ben,” dedim. “Farklı türlü düşünmüştüm.”
“Son dönemler kötüydü, düzeltecektik ama.”
Gözlerinden düşen ilk yaşlar, yanaklarından süzülürken, konuşmamızın istediğim yörüngenin çok uzağına doğru gittiğini fark ettim. “Seni çok seviyorum,” dedim. Aklıma gelen en sağlıklı cümleydi.
“Ne yaptın,” diye sordu. “Dürüst ol, biraz hatrım varsa.”
Derin bir nefes aldım. Hissettiğim şey, korkuydu. Her ne kadar tahmin edebilsem de, tam olarak kestiremiyordum alacağım tepkiyi. Korku, en başından beri buydu.
“Tamam,” dedim. Ceplerimi yokladım bir kez daha. Ceketimin sol iç cebine uzandım. Birkaç saniye sonra sessizleşti ortalık. Neden konuşmadığını düşünürken, bir şeyler söylemesi gerekenin ben olduğumu hatırladım.
Bazen hissedersiniz. Birkaç saniyeyi, ömrünüz boyunca saklayacağınızı bilirsiniz. Bu yüzden acele etmek istemedim. Yüzünün ezberlemiş olduğum her detayını, iyice pekiştirmek için, yeniden inceledim. Daima kusursuzdu.
Yüzük kutusunu, biraz daha yaklaştırdım ona.
“El ele,” dedim. “Düşe kalka, hep el ele yürümek ister misin bu yolu?”
Yazar: Berkant Cödel