Toplumumuzda sıkça başvurulan bir hareket olan şiddet, kişi ya da kişilere, kurum ya da kuruluşlara, nesnelere ve diğer canlılara karşı üstünlük ya da hakimiyet sağlamak; şiddet uygulanan nesnenin özgürlüğüne, hareket alanına ve haklarına müdahale etmek için uygulanan bir davranış türüdür.
Şiddet çoğu zaman fiziksel, duygusal, cinsel istismara; şiddet uygulayan kişiye göre kurban istismarına (çocuk istismarı, yaşlı istismarı, tutuklu istismarı…) sebep olmaktadır.
Türkiye’de şiddete en çok maruz kalanlar ise kadınlardır. Son 10 yılın istatistiklerine göre bu süre zarfında iki binden fazla kadın öldürüldü ve iki buçuk milyon kadın ise aile içi şiddete maruz bırakılıyor. Tabloya en tepeden bakacak olursak Türkiye nefret cinayetlerinde Avrupa birincisi, dünya dokuzuncusu. Dünyadaki nefret cinayetlerinin %11.1’i Türkiye’de yaşanıyor.
Peki Türkiye’de kadına uygulanan şiddet neden bu kadar fazla?
Bu sorunun cevabı için ilk olarak toz kondurulmayan geleneklere bakmamız lazım. Erkek olmak, kadın olmak için kesin çizgiler çizilen bir toplumdan bahsediyoruz. Kadının kız olarak doğduğu ve bekaretine göre kadın adını aldığı toplum. Evlenirken bekaretini temsil eden kırmızı kuşağı sorgulamak lazım belki de. İnsan doğasında bulunan cinselliği kadının sanki evlendikten sonra yaşamaya hakkı varmış gibi evlilikten önce yaşanılan bir cinsel birliktelik kişinin temizliğini belirler olmuş. Bir de beyaz gelinliğin saflığı, temizliği temsil etmesi var tabii. Bir insanın kıyafeti mi onun saflığını, temizliğini temsil eder?
Ya da saflık, temizlik dediğimiz şey herkes için farklı şeyler ifade etmez mi? O zaman kime göre bu saflık, temizlik anlayışı? Topluma göre. İçinde büyüdüğümüz kültüre göre.
Erkek için ne der peki bu toplum? Erkek güçlüdür der. Erkek ağlamaz der. Erkek evi geçindirir der kısacası, erkek adam o der. Güçsüzlüğü kadına atfede ,ağlamayı da duygularını belli etmeyi de birer zayıflık olarak görür, yine kadına atfeder.
Bununla beraber, kadın ise çocuklara bakar, evde oturur kalıpları vardır. Hatta son zamanlarda kadının eşine nasıl itaat etmesi gerektiğine dair bilirkişi sıfatıyla konuşanlar bile oluyor. Anaokulu çocuklarına okuldaki erkek arkadaşları üzerinden eşlerine nasıl itaat etmeleri gerektiğini öğreten okullar bile haberlere yansıdı son zamanlarda. Kadın gülmez diyen politikacılar gördük.
”Çok düşünme kafayı yersin.”, ”Dünyayı mı kurtaracaksın?” sözleri ile hala birilerinin umudunun söndürülmeye devam ettiği toplumuzda bunların hepsini bir kenara bırakan cesur kadınlarda oldu elbet. Olacak da…
Afife Jale, sahneye çıkan ilk Müslüman Türk kadınıdır. O dönemde devletine, dinine karşı çıkmak ile suçlanmıştı Afife. Toplumdan dışlanmış, yalnız kalmıştı. 1923 yılında Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk kadınının sahneye çıkma yasağını kaldırmasıyla tekrar oyunculuk yapmaya başladı. Afife Jale günümüzde birçok oyuncu için ilham kaynağıdır.
Safiye Ali, Osmanlı’nın ilk kadın doktorudur. Ülkesinde tıp fakültesine alınmadığı için eğitimini Almanya’da tamamlamıştır. Ülkesine döndüğünde meslektaşları tarafından kötü bir muamele görse de pes etmemiş ülkesinde tıp eğitimi veren ilk kadın da olmuştur.
Asuman Baytop, ülkemizin ilk kadın botanik eczacısıdır. Keşfettiği bitki türüne ise ismi verilmiştir. “Crocus Asumaniae”
Sabiha Gökçen, dünyanın ilk kadın savaş pilotu ve Türkiye’nin ilk kadın pilotudur.
Gerek tarihimizde gerekse dünya tarihinde daha niceleri vardır bu başarı ve cesaret öykülerinin. Hepsi tarih yazarken aynı zamanda içinde yaşadığı topluma karşı bir var olma savaşı vermişlerdir.
Yazıma ülkemizdeki kadına yönelik şiddet ile başlasam da kadının toplumda ve aile içerisinde yaşadığı her türlü şiddete derinlemesine değinmek istemedim. Çünkü şiddet öyle bir şey ki yanına neyi koyarsanız koyun özellikle bizim gibi şiddetin çarklarının her yerde döndüğü bir toplumda bir zaman sonra yanındaki ile anılır olmaya başlıyor. Bu da bir şekilde normalleştirme sürecinin kapılarını aralıyor.
Bu yazıyı yazarken aynı zamanda etrafıma şöyle bir bakıyorum bir sürü insan. Kimi oturmuş kahve içiyor, kimi müzik dinliyor, kitap okuyor… Ancak hepimizin ortak bir noktası var. Bu evrene gelmek için ilk hazırlıklarımızı bir kadın bedeninin içinde yaptık hepimiz, açlık hissini tokluk ile yine o bedende ilk defa bastırdık, ilk orada duymaya, hissetmeye başladık. Evrendeki maceramıza ilk adımı attığımızda çoğumuzun elini yine o kadın tuttu. Ellerimizi tuttular ve bize konuşmayı, yürümeyi, kendimiz olmayı öğrettiler.
Kadın olmak cesur olmaktır. Hem senden bir şey beklemeyen toplumla savaşırsın hem de kendin olmayı öğrenir bir de başkalarına öğretirsin. Cinsiyet rolleri gösterilir, yapmak zorunda bırakıldığın yükümlülükler ile başa çıkar ve hem bu kadına yönelik cinsiyet rollerinin karşısında hem de tüm cinsiyet ayrımcılığına karşı durursun.
Bunu son kırk üç yıla dayanarak söyleyebiliriz. Çünkü bu süre zarfında tüm dünya ve ülkemizde kadın eşitliği ve haklarına yönelik hareketler kendilerini çok geniş kitleler ile temsil etmeye başladı. Bu harekete karşı feminizm, (Temelde cinsiyet ayrımcılığına karşı çıkar ve kadın haklarının korunmasını hedefler.) “Erkek düşmanlığıdır.” söyleminde bulunan ancak feminizmin aslında temelde cinsiyet ayrımcılığına karşı durduğunu bilmeyen bir kesim de vardır. Yani hem şu evrende kendi olmayı öğrenip hem de daha evrene yeni gelmiş bir bireye kendi olmayı öğreten kadın, feminizm hareketi ile de tüm dünyaya cinsiyet eşitliği kavramını haykırır.
Marjinalize edilen her kesimin sesini haykırmaya ve destek görmeye başladığı son yıllarda “Eşitlik” kelimesini ve bu kelimenin sağında ve solunda yeni kelimeler görmeye devam edeceğimiz su götürmez bir gerçek.
Sessizlik vakti doldu,çaresizlik vakti doldu, şiddete, ayrımcılığa karşı ”Zaman Doldu.”
YAZAR: Kürşat KEŞAN