İçsel Diyaloglar

"Sessiz kaldığımız ölçüde iyi ve sevilmeye layıktık öyle mi? Oysa şahsiyetimiz, asıl sezgilerin tutumlarını sergilediğinde biz oluyoruz."

(Bu yazının okunma süresi yaklaşık 2 dakika sürmektedir.)
Rengine sis düşen gün ilk yarısını bitirirken, yaprakların kıpırtısı dışında etrafta hareket yoktu. Çocuklar dahil herkes evindeydi. Solgun koltukta yerimi alıp yeni çiçeklenmiş ağaç minelerini izlemeye koyuldum. İzlerken fark ettiğim düşünceleri, ruhumun tül perdesinden serbest bıraktım. Süzüldükçe iç içe geçen düşünce tanelerim, akan zamanla birlikte dizilmeye başladı. Bunun için neden yalnız kalmayı beklediğimi de zihin denizimin nasıl böyle fırtınalara sağır hâle geldiğini de bilmiyordum. Dinlemeyip bunca sahtekarlıkla kemikleşmiş ağırlığı teğet geçmenin sonucunda kendimi, kendime hiç ihanet etmeden bulacağımı mı zannettim?
Sahtekarlık diyorum çünkü hakiki olan genellikle dile getirilemeyendir. O hâlde nice yalancılığa konuk oldum ya da öyle normal gelmeye başladı ki bizzat ben yaptım kim bilir?
Tabi ya… Ah! Hem de sayısızca…
Yalnızca kötü amaçla yapılan eylemden değil; haklı olduğumuzda dahi karşımızdakini yersiz yüceltmek, üzmemek adına fikirlerimizi belirtmemenin yalancılığından bahsediyorum. Konuştuklarımız, yaptıklarımız ne ölçüde sahici? Sevdiğimiz insana yanlış davranışını incelikle anlatabilecekken susuyor, ailemiz üzülmesin diye istemediğimiz bölümlerden en gerçekçi gülümsemelerimizi takınıp mezun oluyoruz. Onları inandırdığımız şatafatlı binanın temelinde bizim yıkıntılarımız da mevcut, noksan yanlarımız da… Ne olur bunları duysalar? Tastamam olana dek beraber yürüyemez miyiz? Sessiz kaldığımız ölçüde iyi ve sevilmeye layıktık öyle mi? Oysa şahsiyetimiz, asıl sezgilerin tutumlarını sergilediğinde biz oluyoruz. Doğru olmak adına başkalarına yaptıklarımız içinde, kendimizi unutmak bizi ne kadar dürüst yapar? En güzel armağan varlığımızı, birilerine tasdikletme çabası niye? Çevremizdeki sevdiklerimiz ve güya sevildiklerimiz, dürüst olunca yüzümüze bakmayacaklar korkusuyla taktığımız maskemizle, kaç defa benliğimizi kapı dışarı ederiz? Peki ya şahsiyetimize dahi itimat ederken şüpheye düşersek, yaşamın riyakâr yanı yakamızı bırakır mı? Hiç zannetmem.
Sevgili Şükrü Erbaş’ın “Ama ben yine de kalabalığın uyumuna inat, hayalin gerçeğe değdiği yeri seviyorum…” sözünün kıvrımına sığınıp ‘Keşke ifade ettiğim hislerimin doğruluğu arttıkça, kimsenin gözünde mertebemin değişmediği sistem içerisinde olsaydım’ diye iç çektim uzunca. ‘Keşkeler’ genelde insanı hayallere sürükler. Düşledim hilafsız yeryüzünü; kendiliğimin oyuğuna yerleşmeyen davranışları zorlamaktan vazgeçmeyi, herkesi memnun etme ısrarcılığını atıvermeyi… Durgun hayallerimin bulunduğu kutuya çakılmış çiviler bir an yerlerinden fırladı. Elbette hepsi gelip geçici yaz yağmuruydu.
Dalların koynunda sitemli öten kuşları daha iyi duymak için penceremi açtım, onların yalın oluşlarına imrenerek baktım. Çok güzellerdi! Biri diğerini sevsin diye yüreğini süslemeye gerek duymuyor, her biri olduğu gibi özeldi. Muhtemel olarak kendimizi bu özenmelerle bir nebze avutmayı arzuluyoruz fakat sonrasında denemek yerine en tezat hükmü uyguluyoruz, sadece birilerinin bize çizdiği hudutlarda geziniyoruz. Gururla “Ben…” ile başlayan, en hevesli tarafımızla ise “…olmak istiyorum!” diye haykırdığımız cümlelerimizin üzerini sanki utanç kaynağıymış gibi örtüyoruz. Gerçek isteklerimizi öteliyoruz. Önceliğimiz hep karşımızdaki. Onda gördüğümüz ise görmeyi talep ettiğimiz hâli. Hayran kaldığımız veyahut hayran bıraktığımız şeylerin iç yüzü fazlasıyla yıkıcı değil mi?
Hayat, bütün bunları sezip seferimize yön vermemizi ister. Lakin yaşam gezisindeki her durakta özümüzü biraz daha kaybeder ve ona karşı büyük bir hasret hissederiz. Zatımızın en yalın yanına… Bu ilerleyişte umutları uğruna gözü pek insanlar anımsatacak, geride bıraktığımız bizi. Tam o noktada yürekli olup geri dönersek bir ihtimal yeniden oluşturabiliriz eksiksiz yapıyı. Bunu denemek lazım. Pes etmemek… Yoksa bilemeyiz. Varlığımıza yaptığımız kafesi yok etmekle mümkün özün düğümünü çözmek. Üzerimize kondurulmuş sıfatları atıp aynadaki biz ne istiyorsa gönülden, rafın baş köşesine koymalıyız. Yavaş yavaş tükenir belki o zaman hengamenin yorgunluğu… Yüklerimizi, toplumun empoze etme kuyusuna silkelediğimiz takdirde, köklerimize değin eklenecek can suyumuz erinç. İnanıyorum.
Yazar: Büşra Ateş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.