(Bu yazının okunma süresi yaklaşık 2 dakika sürmektedir.)
Çağlar boyu tanıklık ettiğimiz doğal afet, savaş ve salgınların insanlığa dair farkındalığının en iyi sanatla kazanılacağına canı gönülden inanıyorum. İzlediğimiz filmler, okuduğumuz kitaplar gelecek nesillerin de duygularımıza ortak olmasını sağlayacak.
Dolayısıyla bu aktarımın öznesi görevindeki yazıyı ve yazıcıyı hafife alamayız. Zîrâ gerçek yazıcı; elinden bir şey gelmese dahi kalemiyle sorunlara dikkat çekmek isteyen, sıradanlaştıran türlü dayatmalara sessiz kalmayıp ‘dur!’ deme cesaretini gösteren, şahsını ve etrafını çok yönlü analiz edebilen, derinliği olmayan buz kalıplarını çözme işini üstlenen savaşçıdır. Mürekkebini toplumla besleyen duyarlı bir kahramandır.
Yeri geldiğinde okulsuz köylerde “Yüzümüz ne yaparsak yapalım sizin gibi beyaz olmuyor.” diyen o masum çocuklara “Güneş ışığıyla yıkanmış çocukların içi hepimizden aydınlıktır. Bizim kalbimiz de hiçbir zaman sizin gibi ak olmuyor.” diyebilmenin içten kokusu siner kaleme, bazen ise işsiz kalmış babanın ‘Eve ne götüreceğim?’ telaşı ilmek ilmek işlenir.
Bunları kağıda dokumak yıllarca ekilmemiş, taşlık, sert arazideki dikenli otları temizleyip emekle yeni mahsuller elde etmek gibidir. Uygunluk açısından belirlenen malzemelerin yani kelimelerin harmanlanması da gayret ister.
Çoğu kişi yazmayı, “Ansızın gelen ilhamla sınırsız hür hissetme hâli muhteşemdir!” diyerek sadece bitimindeki rahatlama hazzına atfetse de, ben satırların oluşturduğu gücün, nakşeden üzerine büyük sorumluluk yüklediği kanaatindeyim.
Bireysel bile soru sormadan kabul ettiği şeyleri doğru algılama neticesinde, daha bilinçli olmaya başlayan kişilerin artması ve tin tekâmülüne ulaşmaları gaye yönündedir, hepsini hiçe sayıp yalnızca kulağa hoş gelen kelime dizilimi şeklinde sınırlandırmak, mutluluğun ürünü ya da sonucunda sevinç elde edildiğini sanmak maalesef ki temeli topluluğun acılarına dayanan yazının amacını da yok eder.
Yazar: Büşra Ateş