Birçoğumuz çocukluğumuzdan bu yana renkler, objeler ya da çeşitli kalıplar üzerinden “Sen erkeksin.’” ya da “Sen kadınsın.” gibi ucu bir çeşit davranış yönlendirmesine dayanan benzer cümleler ile karşılaşırız ve bazen bu cümlelere anlam veremeyiz. Ancak anlam veremediğimiz bu cümlelere istemeden de olsa yine bu kalıplarla geri bildirim verdiğimiz zamanlar olur.
“Ben erkeğim ve arabalarla oynamam gerekiyor, mavi rengi severim, erkeklerin erkek arkadaşı olur.” Ya da “Ben kadınım ve bebeklerle oynamam gerekiyor, pembe rengi severim ve arkadaşlarımın kız olması gerek” gibi çerçevelerin içinde sıkışmış buluruz kendimizi. Çünkü hayattaki en büyük eğlence kaynağı oyun oynamak olan çocuğa “Sen çocuksun.” diyen ebeveyn ve çevresi daha küçücük çocuktan toplum tarafından konulmuş normlara uymasını bekler.
Jung, cinsiyeti arketipler üzerinden açıklar. Animus ve anima adını verdiği arketipler üzerinden kadında erkeğin, erkekte ise kadının bulunduğunu söyler ve bu kadın ve erkek bireyin ruhunda, birbirine ne kadar yakın oranda olursa birey o kadar sağlıklı bir birey olur der. Bunu her iki cinsiyette de salgılanan testosteron ve östrojen hormonları üzerinden de açıklayabiliriz. Erkeklerde testosteron kadınlarda ise östrojen diğer hormona göre daha fazla salgılanır. Bunun nedeni ise erkek ve kadının fizyolojik açıdan birbirinden farklı görünüme sahip olması. Hormonlar tam olarak bunu sağlıyor. Yani doğrudan fizyolojimiz ile ilgili.
Ancak hormonlar kimseyi feminen ya da maskülen yapmaz. Bu bireyin tamamen kendi mizacına bağlıdır. Olmak istediği bireyle ilgilidir. Bu yüzden cinsiyeti ne olursa olsun bir çocuğun ne yapması gerektiğine, nasıl davranması gerektiğine ya da neleri sevmesi gerektiğine yönelik bir kural ve bu kuralı belirleyen bir hormon yoktur. Bunları belirleyen sadece içinde yetiştiği toplumdur. Toplumlar ise dünyanın her yerinde ayrı ayrı normlar benimser ve bunlar normları hayatlarının olmazsa olmazı yaparlar. Kaldı ki bu normlar yıllar içerisinde değişebilir ve yıllar önce toplumda ayıplanan bir davranış bir anda alkışlanan bir durum haline gelebilir.
Herkes birbirine saygılı olması gerektiğini söyler ancak kimse yapmaz. Bunun nedeni belki de saygılı olmanın toplumdaki yerinin saflık olarak değerlendirilmesi olabilir. İnsanlar karşısındaki bireye kibar ve saygılı davrandıklarında bunun suistimal edileceğini ve ortamdaki itibarlarının düşeceğini düşünebilir. Aynı şeyi cinsiyet normları üzerinden açıklayacak olursak toplum erkekliği maskülenlik, kadınlığı ise feminenlik ile eşleştirir. Feminen bir erkekseniz toplum içerisinde dışlanabilir. “Saygı gösterirsem suistimal edilir.” düşüncesi gibi feminen bir erkek ile arkadaş olursam şeklinde başlayıp devamının tamamıyla normlar ile dolu olduğu kurmacalar silsilesi ile karşılaşabilir. Bu durum mizacı yüzünden dışlanan bireye ruhsal bunalım olarak geri döner çünkü insan sosyal bir varlıktır. Konuşmak, paylaşmak, hissetmek ister.
Peki bir çocuğa ”Sen kadınsın.” ya da ”Sen erkeksin.” kalıpları ne kadar zarar verir? Bu sorunun cevabı için tüm hayatına zarar verir diyebiliriz belki de. Çünkü bu kalıplar ile ilk olarak çocuğun mizacını, benliğini vuruyoruz. Ondan olmak istemediği kişi olmasını, sevmek istemediği şeyleri yapmasını, kendi benliğinden bizim yarattığımız benliğe geçmesini bekliyoruz. Ve bunların hepsini bir çocuktan bekliyoruz. Ne için mi? Toplum için. Yine toplum için. Ebeveynler bir bebek ile oynayan erkek çocuğa sahip olmaktan utanç duyarlar çünkü. Ya da normların aksine rahat davranan bir kız çocuğuna “Sen kızsın, kızlar sessiz sakin olur, oturur.” derler. Ancak sorgulanması gereken belirli bir yaşa gelip çocuk sahibi olmaya karar veren iki bireyin sanki kendileri hayata belirli bir yaştan başlamış ve hiç çocuk olmamış gibi davranmalarıdır.
Bir çocuğun sevdiği şeyler onun biyolojik cinsiyetini etkilemez çünkü cinsiyetinden dolayı belli başlı şeylere doğuştan ilgi duyması söz konusu değildir. Belirli olgular toplum tarafından cinsiyetlere atfedilir. Yani hiçbir nesnenin, olgunun hedef kitlesi tek bir cinsiyet değildir. Bazı bireyler doğdukları beden ile yaşamlarını sürdürmek istemeyebilirler ve kendilerine ait hissetmedikleri bir bedende yaşamak istememeleri çok doğaldır. Ama bu durumun ne çocukken oynadıkları oyuncaklar ne hormonlar ne de ebeveyn tutumu ile alakası vardır. Bu sadece olmak istedikleri beden ile ilgilidir.
Bir diğer konu ise cinsel yönelim. Genellikle ebeveynler “Oğlum, kız eşyalarına meraklı acaba eşcinsel mi?” gibi düşünce bulutlarına girebilirler. Ya da kızlarının erkek eşyalarına meraklı olduğunu söyleyerek bu düşünceye girebilirler. Cinsel yönelimin de bireylerin sevdiği eşyalar ile ilgisi yoktur. Feminen bir erkek heteroseksüel olabilir ya da maskülen bir kadın da heteroseksüel olabilir. Ya da maskülen bir homoseksüel erkek, feminen bir homoseksüel kadın ile de karşılaşabiliriz çünkü feminen ya da maskülen olmak da doğrudan bireyin mizacı ve olmak istediği kişi ile ilgilidir. Küçüklükten bu yana bireyin oynadığı oyuncak, sevdiği şeyler ya da ebeveyn tutumu ile ilgisi yine yoktur. Onlar yalnızca sevmek istedikleri insanları severler toplumun onlara sevmesini söyledikleri insanları değil.
Sonuç olarak toplum değinmiş olduğumuz normlar dolayısıyla bu bireyleri dışlar ve yaşama katılım haklarını kendi belirlediği kurallar uğruna ellerinden alır. Belki bilim insanı, sanatçı, yazar, astronot olacak ya da daha farklı potansiyelleri olan bu bireyler sırf oldukları benlikler birilerinin benimsediği kurallara aykırı diye potansiyellerini de alır yok olur giderler.
Yazımı, Virginia Woolf’un bir sözü ile noktalamak istiyorum. “Bu dünyadaki en mutsuz insanlar, başkalarının ne düşündüğünü takıntı haline getirenlerdir.” Ne olursa olsun kendi benliğinizin arkasında sımsıkı duran ilk kişi siz olun. Çünkü başkalarının sizin üzerinizde yaratmaya çalıştığı benlik, sizin bu evrene getirmiş olduğunuz kusursuz benliğin yanında solda sıfır kalır.
YAZAR: Kürşat KEŞAN