“Bu yazının okunması iki dakika sürmektedir.”
“Passion” yani tutku, acı çekmekten gelir.
Bu kelimenin yaklaşık bin yıl önce kullanılan kökeni olan “pati” latincedir ve anlamı “acı çekmek” tir. Peki nedir bu tutku?
İçimizden bir yerlerden gelen ve bizi bir şeyler yapmaya iten güçlü ve coşkulu bir istektir. Nereden geldiğini tam olarak bilmediğimiz için tehlikeli bir istektir bu, ona karşı çıkmaya cesaret ettiğimizde bizi alt edebilecek kadar derin bir yerden geldiğini hissettirir içten içe. İçerisinde güçlü duygular da barındırır üstelik. Bunlardan en karşı konulmaz olanı ise şüphesiz “aşk”tır.
Peki aşk mı tutkuyu beraberinde getirir tutku mu aşkı, yoksa bu ikisi olduğu gibi birbirine bağlı mıdır? Aşk keşfedilmeyi bekleyen bir duygu iken gözümüzde ulaşılmazdır. Ulaşılamaz olan hislere ulaşmak, onları tanımak ve derinlerinde yatan gizi keşfetmek için arzu duyarız. İçimizdeki bu hisleri keşfetme isteği öyle yoğundur ki bazen, ulaşamadığımız her an beraberinde tutkuyu doğurur. Eğer o hisse ulaşabilirsek tutkumuz söner. Ama ya ulaşamazsak? Ya bunun için çok büyük bir arzu duyduğumuz halde bu gizemin içerisinde sakladığı cevherlerin hepsine ulaşamazsak? İçgüdülerinden gelen bir istekle eline geçirdiği bütün her şeyi sonuna kadar tüketen insan, ya bu garip hissi tüketemezse? İşte o zaman acı başlar. Bu kadar istenilen bir şeye ulaşamamak, bize acı verir. İster bu hisse ulaşalım ister ulaşamayalım, ulaşabildiğimiz şeylerin farkında olmadığımızdan hep daha fazlasını isteyerek ve ona tam anlamıyla ulaşamayarak her halükarda acı çekeriz.
Tutku tüm yoğun hislerle birlikte vardır ve bir mutluluğun bile arkasına gizlenir. Mutluyken bile daha fazla mutlu olmayı isteriz, hep daha fazla isteyerek hep daha fazla acı çekeriz. Peki neden yaparız bunu, neden daha zor ulaşılan şeylere daha çok koşarız? Neden bize acı çekici gelir, niye isteriz biz bunu? Bize zarar veren hislere duyduğumuz bu istek, aslında bize umut da verir belki de bu yüzdendir canımız yandığı halde durmamamız. Çünkü umut varsa, hayaller de canlıdır ve hayat daha yaşamaya değerdir. Bu yüzden bize umut verecek içimizdeki bütün isteklere acı çekme pahasına da olsa tutunuruz. Bu ister aşk olsun, ister hayatımızın bir parçası haline gelmiş herhangi başka bir şey, içerisinde tutku barındırarak göze aldığımız her şey bize acı verme potansiyeli taşır çünkü sonunu öngöremediğimiz halde isteğimiz asla sönmez. Bu noktada belki de bizi durdurması ve düşündürmesi gereken engeller sanki beynimizde beliriveren bir halüsinasyonla yok olmuştur ve ulaşmak istediğimiz şey gözümüze tamamen olası görünmeye başlamıştır.
İşte kendimi tam da bu noktada bulduğumda içimi anlamsız bir korku kaplar. Yağmur altında koşarak gökkuşağının başladığı yeri arıyormuşum, ama sanki sonuna kadar koşup tam oraya ulaştığımda gökkuşağının başladığı bir yer olmadığını, onun aslında tam bir daire olduğunu fark edecekmişim gibi gelir. Aslında bir başlangıcı ve bitişi olduğunu sandığım içimdeki tüm tutkular bir kısır döngüden ibaretmiş ve başa döndüğümü bile anlamadan o kısır döngünün içinde dönüp duruyormuşum gibi hissederim bir an için. Bilirim ki olası düş kırıklıklarını önlemek üzere çalışan vücut mekanizmam salar içime bu ani duyguları ama içimdeki merakla karışık umut beni içine hapsediveren bu mekanizmadan kurtarmanın bir yolunu bulur. Her zaman bir yol vardır der umut, o yolda başına ne gelir bilemezsin, ama öğrenmek istemez misin?
Bin yıldır yaşayan bir kelimenin ardında yatan yaşanmışlıkları ve çekilen acıları düşünüyorum, insanın içindeki arzuların, doyumsuzluğun, merakın, umudun ve kör cesaretin nasıl harmanlanıp tutkuyu oluşturduğunu… Anlıyorum tutkunun neden “acı çekmekten” geldiğini ve acıyla birlikte var olabildiğini, insanların tutkularıyla var olduğunu ve onları en az bin yıl daha yaşatmaya devam edeceğini…
Yazar:Yaren Köse