Mektuptaki Gözyaşları

(Bu yazının okunması yaklaşık 4 dakika sürmektedir.)

Genç adam bir elindeki mektuba bir de karşısındaki dalgalı denize bakıyor, derin nefesler alarak göz yaşlarını durdurmaya çalışıyordu. Körfezin kıyısındaki banka oturduğunda henüz güneş sarı ışıklarla tepede parıldıyordu. Şimdiyse ufuk çizgisine yaklaşmış, sürekli iskeleler arası mekik dokuyan vapurlara gölge düşürüyordu. Bunca saattir orada oturuyordu ancak ne etrafından geçen insanların ne akan zamanın ne de dönen dünyanın farkındaydı. Yalnızca dalgalara odaklanmıştı. Tıpkı onun ruhu gibi kızgın ve parçalanmış, kıyıya vurup duran dalgalar… İskeleden kalkan vapurun sesiyle zihni onu geçmişe taşıdı. Arkadaşıyla yıllar önce yaptıkları gemi gezisine gitmişti bir anda. Turkuaz ve yeşilin deniz ve karada her tarafa yayılışını, beyaz geminin dalgaları yararken arkasından köpükler saçışını, kızgın güneşin altında kokteyllerini içerken saçma sapan konulardan konuşup attıkları kahkahaları ve her gün yarı sarhoş dolaştıkları adaları hatırladı. Ne kadar da rahat ne kadar da mutlulardı. Akıllarında tek bir endişe olmadan o limandan bu limana gezmişler, hiçbir şeyi umursamamışlardı. Arkadaşı her zaman onun için bir ilham kaynağıydı. Özgür ruhu, tasasız kalbi ve içindeki çocuğu asla üzmeyen laubali ama çekici tavırlarından çok etkilenirdi. Ne politika ne din ne ahlak önemliydi onun için. Önemli olan tek şey kendini mutlu etmekti. Ama şimdi biliyordu ki önemli olan başka şeyler de varmış. Zira elinde tuttuğu mektup bunun kanıtıydı. Arkadaşı bunca zamandır ölümcül bir hastalıkla boğuşmuştu. Ve bunu ona hiç söylememişti bile. 

“Seninleyken yeniden doğmuş gibi hissediyorum; sanki dünya anlamsızmış, anlamlı olan bir tek şimdi ve benmişim, tüm dertlerim önemsizmiş gibi hafifliyorum demiştin. Nasıl olur da sana öldüğümü söylerdim. Ben bu hastalığa bağlı yaşasam bile senin öyle yaşamana izin veremezdim. Farkına varmanı sağladığım özgürlüğü ve sevgiyi elinden alamazdım. O yüzden sakladım. Ve kendimden çok senin mutlu olmanı, benden çok senin yaşamanı istedim. O yüzden ben gittikten sonra da yaşadığımız gibi yaşamaya devam etmeni istiyorum. Sana vasiyetim budur dostum, mutlu ol, özgür ol.”

Gözyaşları artık mektubu ıslatmaya başlamıştı. Bir anda hıçkırarak ağlamaya başladı. Etrafında onca insanın olmasını, ona bakmalarını önemsemeden. “Beyefendi iyi misiniz?” Ona doğru eğilmiş peçete uzatan kadını da duymadan. Ağladı, ağladı, ağladı… Elindeki mektup sırılsıklam olmuş, hafif yırtılmıştı artık. 

Sonunda başını kaldırdı. Güneş çoktan batmış, yerini yarımaya bırakmıştı. Şehir ışıklarından yıldızlar görünmüyordu. Gökyüzü karanlıktı. Yıldızları çalınmış bu gökyüzü ona kendi hayatını andırdı. Işığını ve güzelliğini yitirmişti. Tam da arkadaşının ondan düşmesini istemediği yere düşmüştü. “En büyük korkum yokluğumda, önceleri atılmış olduğun dipsiz ve karanlık kuyuya yeniden düşmen, buz gibi karanlığın içinde yalnız kalman. Hassas birisin ve bu en sevdiğim özelliğindi hep. Tabii sana hiç söylemedim. Beni güçlü ve dimdik bir model olarak görmeni tercih ettim. Böylece ben de öyle hissettim ve senin kırılganlığından beslendim. Kendimi de seni de daha güçlü kılmak için uğraştım. Ama ben yokken kendini koy veremezsin. O kuyuya geri dönemezsin. Bir kez kanatlarını açıp uçtuktan sonra olmaz. O yüzden düştüğünü hissettiğin anda başını kaldır ve bana gülümse. Ben de sana gülümsüyor olacağım.”

Genç adam gökyüzüne baktı. Ve gülümsedi. İçten, kocaman bir gülümsemeydi bu. 

Ve sonra, bir yıldız kaydı.

Yazar: Göksu Keskin

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.