“Öyle güzel bir bahar sabahı ki…” diye söylendi içine çekerken taze ahlât ağacının kokusunu. “Öyle güzel ki…” Gittiği bir lise pikniğinin çağrışımı gibiydi. Fakat bir yerlerde bir eksik vardı, bir unutulmuşluk… Sonra neden orada olduğunu düşündü. Ne zaman oraya gitmiş olabileceğini ve asıl, oranın neresi olduğunu. Sahiden orası neresiydi? Oturduğu bu bank, bu açan çiçekler, bu beyaz önlüklü adamlar ve kadınlar. Ellerini ne zaman koymuştu bu bilmediği banka sahiplenir gibi? Hem nasıl gelmişti birden bahar? Sanki daha az önce kış değil miydi? Kendini bile bilmeden düşündü, düşündü, düşündü… Ve neyi düşündüğünü unuttu. Çünkü zaten hiç hatırlayamadı.
Odasına çıktı, hemşireler eşliğinde. Zaten odasının yolunu da bilmiyordu. Burada neden olduğunu da ve buranın neresi olduğunu da. Hemşire, “Yatın, uyuyun. Sizin için tek iyi şey bu.” diye ona nasihatler verdi. “İyi şey” diye düşündü o da. Neyin iyi bir şey olduğunu hatırlamaya çalıştı. Yarım dakikalık cümlenin içinde kayboldu. Yirmi beş yıllık hayatın içinde kaybolduğu gibi. Daha dün dinlediği müzik kulağının derinliklerinde dolanıyordu. Ay Işığı Sonatı… Ve eşini arıyordu gözleri. Dün onunla arabanın yan direksiyonundaki seyahate çıktığı sevgilisini. Her şey dündü. Her şey az önceydi. Her şey yirmi beş yıl önceydi. O yatakta uzanırken kapısı açıldı. O kapıdan birinin girdiğini gördü, ama ona bakarken kapıdan girenin kim olduğunu unuttu. Selin girmişti odaya. Yerleşmeye hazırlanıyordu, olanca hıçkırıklarıyla ağlıyor, buraya nasıl alışacağını düşünüyordu. “Sen kimsin?” dedi Meyra. “Ben Selin, ama inanın şu an hiç anlatasım yok neden burada olduğumu.” dedi hıçkırıkların arasında kaybolarak, yüzünü saklayan hızlı hareketleriyle. Meyra yatakta doğruldu ve tekrar sordu Selin’e “Sen kimsin?” Ve bu ilk soruşundaki merak imasıyla tıpatıp aynıydı. “Selin!” dedi kızcağız bu sefer bastırarak. “Memnun oldum ben Meyra.” diyebildi, sonra zaten yine unuttu kızın ismini. Üçüncü kez “Sen kimsin?” çıktı Meyra’nın ağzından, bu sefer daha cılız bir sesle. Selin cevap vermemeyi düşündü, sahiden buradaki insanlar dışarıda anlatıldığı gibi “deliydi”. Kendine de deli yaftasını yapıştıracak olmanın haklı utancı içinde “Ben Selin.” dedi. Biraz kendine biraz da Meyra’ya dönerek. “Nerede olduğumuzu biliyor musun?” diye sordu Meyra ona. Cümlenin sonuna ismini eklemek istedi fakat birden hiç tanımadığı birini görmüş gibi olarak donakaldı. “Klinikteyiz.” dedi kız gayet bilen tavrıyla. On yıldır klinikte olduğunu içine sindirememiş bir kabullenemez haliyle “Klinikte miyiz?” dedi Meyra. Seline göre öyle çok soru soruyordu Meyra. Meyra’ya göre ise 25 yıldır hiçbir şey bilmiyordu ve ancak soruları sorarak öğrenebilirdi bu unutulmuşluğu. “Demek klinikteyiz…” diye kısa süreli hatta çok kısa süreli bir kabulleniş…
“Biliyor musun, eşimle yurt dışına çıkıyorduk dün. Her şeyi de ayarladık. Yunanistan, sonra oradan Avrupa turu. Liste bile yaptım nereler varsa gitmek istediğim o ülkelerde.” diye hevesli hevesli bir genç kız edasında anlatıyordu Meyra. “E sonra ne oldu peki?” dedi. “Sonra mı? Ben sonrasını hatırlamıyorum. Yani dünden sonrasını hatırlamıyorum. Ama sanırım ayrıldık, çünkü onu dünden beri hiç görmüyorum. Gerçi senelerdir görmüyorum özlemi içindeyim. Hiç gelmedi, burayı bilmiyor da olabilir. Ama ben çok merak ediyordum Hollanda’yı. Buradan çıkınca ilk o listeyi tamamlayacağım. Çocukken bir kitapta okumuştum, hani Hollandalı ressam var ya Van Gogh, o kulağını kesmiş, kendi kulağını kendi kesmiş. Bir insan bunu neden yapar ki?”
Selin adapte olmaya çalışırken neden Meyra’nın odasına geldiğini sorguluyordu. “Ben uyumak istiyorum. Ne olur zaten yeni geldim, başka zaman muhabbet etsek olur mu?” dedi. Meyra yüzüne baktı dikkatlice Selin’in. Bu da kimdi, odasına ne zaman gelmiş ve yan yatağına uzanmıştı. “Sen kimsin?” dedi Meyra. Selin gözlerini devirerek baktı ve sırtını döndü Meyra’ya yaşının da verdiği saygısızlıkla. Hep yatıyormuş gibi hissediyordu Meyra’nın bedeni. Çünkü az önce bahçede olduğunu, yürüyüş yaptığını ve yorulup bankta soluklandığını unutmuştu. Kalktı kıyafetini değiştirmeye. Aşağıya inip, hobi odasında resim çizecekti. En büyük tutkusuydu kara kalem. Dolabı açtı. Bir pembe kazak bir siyah pantolonda karar kıldı. Aslında sadece ilk onları düşündü, ama diğer kıyafetlere bakarken onları seçtiğini unuttu ve bir kez daha seçim yaptı. Sonra art arda gelen beş seçim daha. Beş unutulmuş seçim yaptı ve altıncı seçimde aynaya dönerek üstüne tuttu kıyafetleri. Sonrası amansız bir çığlık. Her aynaya bakmada atılan koca çığlık. Her gün belki de on kere atılan o acı çığlık. Kırışan yüze ve beyazlayan saçların şaşkınlığındaki o kabullenmeyiş. Bir de sarı saçlarının bembeyaz olduğunu fark etmek, bebek yüzünün bir yaşlıyı andıran o hali. Hiç yaş aldığını hatırlayamayan o çığlık. Ve her gün bunun yaşandığını bilmeyen bir zihin. 25 yıldır hiçbir ânı hafızaya aktaramayan o beyin. Yeni bir şeyin olmayacağı o eski hayatın tekerrüründen ibaret bir yaşantı. Meyra yine aynadaki o Meyra’nın o olduğunu kendine unutturacaktı, bir sonraki aynaya bakana kadar…
YAZAR: Miray Özden Kıran