(Bu yazının okunma süresi ortalama 2 dakikadır.)
Kaçıyorum bazen herkesten, her şeyden ve kendimden… Ya sonraya saklıyorum kendimi ya da bulunmak ve sarmalanmak için bir başkasına… Hızla yargılamaya başlıyorum, etiketleri birer birer söküp üzerime yapıştırmaya. Alelacele etrafta koşturup duruyorum. Yüreğimin ne istediğini, hayatımdaki büyük resmin henüz ne olduğunu bilmeden… Birilerince çizilmiş bir yola çıkıyorum. Bazen o yol hiçliğe çıkıyor, bazen tesadüfen ama kısa süreli bir mutluluğa. Sonra en başa dönmek zorunda kalıyorum. Bu kez bambaşka bir yola çıkıyorum, yolu kendim çizerek, “İşte şimdi tamam.” diyerek. Belki de ben öyle zannediyorum. Bazen çok iyi bildiğimi sandığım şeylere yabancı kalıyorum, bazense o yolda kayboluyorum. Tutunuyorum bir ağacın dallarına, beni sonsuza dek taşıyacağına olan güvenle ve huzurla. Sonra bir bakıyorum çatır çutur kırılıp dökülüyorlar. Yara bere içinde kalıyorum, avazım çıktığı kadar bağırıyor, haykırıyorum. Duyulmuyorum, duymasını en çok istediğim ruhlar tarafından. Oysa ben zaten sessizliğimle bile duyulmamıştım. Zamanında yara bandım olanlar söküyorlar yerlerinden birer birer, kanıyor yaram en derinden. O kadar bağlanmıştım işte, o kadar vermiştim hayatımdan, kim olduğumu unutmuştum çoktan. Bu yüzdendi kendi içimde, yaramda kaybolmam. Sonra içeriden bir fısıltı duyuyorum. “Ne? Bilmiyor muydun sanki, sevgili kalbim! Neden hala apartman boşluğunun gün ışığı görmeyen penceresinde, kuş sesleri beklersin…” İşte sonunda, hayat hikayemizden ayrılıyor birileri, belki de birden fazla rolleri. O birileri ölüyordu hem içimizde hem dışımızda. Ardında kalan bizler de, umutlarımız da. Küçük Prens diyordu ki “Evet bayım, siz de içime bir umut fidanı dikip, sonra sulamayı unutarak beni çürümeye mahkum ettiniz.” Belki de artık kendi fidanlarımızı kendi ellerimizle dikmenin ve onları şefkatle sulamanın vakti gelmişti. Önce kendimizi sevmenin vakti…
Düşünce yaralarımız da açılacaktı elbet. Karanlık günler de olacaktı, yıldızları görecektik o zamanlar da… Beni ben yapan tüm hatalarımla, yaralarımla, korkularımla gözlerimi kapayıp basıyorum karanlığıma. Zamanı kalbime akıtıp yola devam ediyorum. Hayat sadece biz yol aldığımızda anlamına kavuşuyordu, ben de geri dönmemek için olduğum yere bir bomba bırakıp hızla ileriye koşuyorum, arkamda kalan tüm köprüleri yıkıyorum. Bazen anlıyorum ki, yolun kıyısındaki bir hancıyım, bazen de görüyorum ki onlar birer yolcu. Memnun kalsam da kalmasam da, hanımı yıkıp bir harabeye çevirseler de, belki de bir zamanlar beraber bir han inşa etmiş olsak da, “kabul” diyorum, yaşadım ve yaşamaya devam ediyorum. Yolum bazen ıssız bir çölden geçiyor. Ayaklarım gerçekliğin sıcaklığıyla yanı veriyor, bilmek de acıtıyor insanı. Bense daha güçlü basıp yürümeye devam ediyorum. Bunca yolu gitmemin bir sebebi olmalıydı. Bir kuyu görüyorum. Zihnimin bulanıklığına karşın berrak suyunda yansımamı, gerçekliğimi birkaç dakika izliyorum. Tüm zayıflıklarım, zaaflarım, gücüm, kırgınlıklarım, sevgim… Hepsinden içiyorum biraz, içimdeki bu akışa izin veriyorum. Sonunda anlıyorum. Başladığım yer kendim, varılacak yer gene kendimdi. Büyümüştük biz bu yolda ama yaşadığımız müddetçe bu hiç yol bitmeyecekti.
Hayatı bir kitapta okumuştum, şöyle diyordu: “Hayat deli bir yolculuk. Rüzgarı deli, dalgası deli, eline kürek alıp suya saplayanı deli. Bütün bu deliliğin içinde, en büyük deli, akıntıya küreği daldırıp gözünü karasına dikenler. Gözünü hayalle karartanlar. Hiçbir şey baş edemez onlarla, onlar baş edilmezler.”
Yazar: Ceren Bayram