
(Bu yazının okunması yaklaşık 3 dakika sürmektedir.)
Hangi komşumdan geldiğini ayırt edemediğim bir ağlama sesiyle uyandım. Bir süre hareketsiz kaldım. Yüksek sesler karşısında donup kalmam ve kalbimin hızla çarpması çocukluğumdan bana kalan miras. Ölüm karşısında çaresiz bir haykırış, öfke, pişmanlık, acı… Hepsi, ben buradayım, diyor sanki. “Öldü! Onu kurtaramadım, öldü! Hiçbir şey yapamadım! Onu öldürdünüz!” diye haykıran bir ses… Çalan alarmın sesiyle harekete geçiyorum. Ölümün sessiz çığlığından kaçarcasına çıkıyorum evden. Kalabalık biraz olsun beni kendime getiriyor. Şehrin en kalabalık caddesine oturmayı bilerek seçmiştim, yaşadığımı hatırlamak için. Caddede saat yedi dedin mi başlar telaş, beyaz yakalılar daima koşar adımlarla yürür. Liseliler geri adım atarcasına ilerler. Küçük esnafın yoktur acelesi, işlerin öğlene doğru yoğunlaşmasının verdiği umursamazlıkla açar dükkânını. Hoş, küçük esnaf da pek kalmadı ama baba yadigârı kapatmak olmaz, diyerek devam eden birkaç esnaf…
Metro durağına yaklaştığımda cüzdanımı almadığımı fark ettim. “İş yerim de iki durak uzaklıkta, yürüyeyim bari!” derken yanıma bir çocuk yaklaşarak “Abi, bana yiyecek bir şey alır mısın?” diyor. Sabahki sesten sonra ikinci bir duraksama, zor yutkunuyorum. Cüzdanımı unuttuğumu, paramın olmadığını söylesem inanmayacak, en iyisi susmak. Yola devam ederken bir süre peşimden gelen çocuk, en sonunda bırakıyor ardımdan yürümeyi. Geriye mi döndü, olduğu yerde mi kaldı mı bilmiyorum. Dönüp bakmak istedim, yapamadım. Kim bilir ne düşündü hakkımda? Paramın olmadığını düşünmemiştir, elbet.
İş yerime geliyorum. İki haftadır üzerinde çalıştığım kitabın bitmesine az kaldı, bugün biter. Üç saatin ardında son sayfayı da seslendiriyorum. Bir burukluk hissediyorum, en büyük korkumla yüzleşiyorum bir kez daha. Sebebi nedir bilmem. Hep korkarım sonlardan, bitişlerden. İçimde keşfedemediğim aniden gelen bir son, yarım kalmış bir veda olmalı. Sebepsiz olamaz bu korku. Sebepsiz yere akşamlardan korkuyor olamam.
Seslendirdiğim kitap bir haftaya dinleyiciyle buluşacak. Tanımadığım insanların hayatına yirmi saatliğine misafir olacağım, pek çoğunun umurunda da olmayacağım tabii. Yazar ve karakterlerle ilgilenecekler, yazarı bile umursamayanlar olacak.
Ve bir mesai saatini daha tamamlayarak işten çıkıyorum, sabah saatlerinden daha kalabalık olan caddede ilerliyorum. Acelem yok, yavaş adımlarla hatta ayaklarımı sürüyerek yürüyorum. İnsanları izliyorum, merak ediyorum hikâyelerini. Şuradan birini çevirsem, anlat desem kim bilir neler söyler. Caddenin en işlek mekânında bir evlilik teklifine şahit olurken yanımdan geçen kadın, ağlamaklı ses tonuyla bugün tek celsede nasıl boşandığını anlatıyor. Acı bir tebessümle gülüyorum. Kim bilir saniyede kaç kişinin hayatı tepetaklak olurken, kaç kişinin yüzünü güldürüyor hayat? Kim bilir şu saniyede, tam şu saniyede kaç kişi ölürken kaç bebek doğuyor? Belki de budur hayatın dengesi; sevince karşı kederle, ölene inat doğanla dönüyordur dünya.
Nihayet eve geliyorum, altı yıldır oturduğum apartmanı baştan aşağıya süzüyorum. Yedi kat her katta iki daire nereden baksan kırk elli kişi bir duvar kadar yakınız. Eve girip koltuğa zor atıyorum kendimi. Gözlerimi kapatıp kitabın son cümlesini düşünüyorum.
Sırf bugün kaç kişinin hayatını uzaktan izlemiştim; ölüm haberi karşısında haykıran biri, karnı aç bir çocuk, evlilik teklifi, boşanma haberi, seslendirdiğim karakterler ve şu kalabalık caddede göz göze geldiğim herkes… Bir an için hayatlarımız birbirine değdi. Peki, değişen neydi onların hayatında ya da benim hayatımda? İşte, yazar da tam olarak bundan bahsediyordu.
Kitabın son cümlesini bir kez daha tekrar ederek kapatıyorum gözlerimi.
… ve teğet geçen hayatlar değiştirmez hiçbir şeyi.
Yazar: Dilara Şahinoğlu