Doğdun, beşiğinin tavan manzarasının önüne geçti insanlar. Gözlerini kocaman açıp kaşlarını kaldırarak sevimli, anlamsız, kısa cümleler söylediler tekrar tekrar. Zamanla anlamlandırdılar cümleleri, sana seni anlattılar; ne kadar güzel olduğunu. Mimiklerini öğrendin ve dillerini. Bu bir ifade yöntemiydi, anlatabilecektin. Peki ya anlayabilecekler miydi?
Büyüdün, bir okul dolusu insan sardı etrafını. İnsanlar seçtin kendine, arkadaş olacaktınız. Konuştunuz, güldünüz, ağladınız. Hislerin kısmi ifadesinde buluştunuz, bir de oyunlarda. Sonra yazmayı öğrendiniz. Bu özeldi, konuşmaktan başkaydı. Konuşurken dile getirdiklerin fazla ama yetersizdi; bir dilin yapabileceğinin en fazlasıydı ama anlaşılmak için yetersizdi. Yazmaksa kalemle güçleri birleştirmek gibiydi, yazdığın kelimeler mürekkepte duyguya kavuşuyordu. Bugün kendine söylediğini yarın tekrar söylediğinde aynı his gelmeyecekti ama bugün kendine yazdığın mektubu yarın tekrar okuduğunda tekrar canlanacaktı hislerin. Mürekkebin ardına sığınıyordu duygular ve anılar, ömür boyu taptaze olarak saklanmak üzere… Bu güç hep elinde kalacaktı. Kimse seni anlamadığında kalemin yetişecekti imdadına, kağıtlarla dost olacaktın.
Yetişkin oldun. “Yetiştin.” Hayata yetiştin, kayboldun kovalamacalarda. İnsanların peşinden koştun. Elindeki gücü unuttun. Anlaşılmayı başkalarında aradın yine. Oysa sadece bir kalem, bir de kağıda ihtiyacın vardı, sen onlarca insanı eskittin geçen zamanda.
Ve bugün, bir kağıda yazılmış birkaç dize kendine getirdi seni. Güneşin doğuşuna ve özleme yazılmış kelimeler… Üzerinden aylar geçmiş kelimelerin, eskimiş duyguların yeniden canlandı ve can verdi sana. Sen kendini anladın. Kendine döndün, kendine geldin.
Sığındığım bütün kâğıtlara ithafen:
Size minnettarım.
YAZAR: Hale İpek KAYIKLIK
TPÖÇG Blog Yazarı | Bilkent Üniversitesi Psikoloji Öğrencisi