(Bu yazının okunması yaklaşık 4 dakika sürmektedir.)
“Havası güneşli, doğası temiz bir ülke güzel yönlerinden ziyade insanlarıyla dikkat çekermiş. Bu ülkede her bebek öfkeyle doğar, onu besler büyütür ve öfkeyle ölürmüş. Ne uzun yıllar buraya uğrayan âlimler ne de egemen olan hükümdarlar buna çözüm üretebilmiş. Ülke içinde huzursuzluk, sevgisizlik ve hoşgörüsüzlük had safhadaymış. Öfkeli insanlar hep kaşları çatık gezer, çarşıda ya da sokakta dövüşür, laf dalaşına girermiş. Tüm bu kargaşanın sebebinin öfkeden kaynaklandığını bilseler de ellerinden pek bir şey gelmezmiş. Birbirleriyle kanlı bıçaklı olanlar ve ülkenin lanetli olduğuna inananlar dünyanın farklı yerlerine göç etmişler. Ancak bu çabalar sonuçsuz kalmış, doğan çocuklar yine öfkeyle doğuyor, oraya gidenler yerli halkla kavgaya devam ediyormuş. Zamanla öfkeli insanlara alışılmış ve normal insanlar da onlar gibi olmaya başlamış.”
İnsanlığın ikinci kapısı böylece açıldı. İlk kapıdan giren Âdem ile Havva’nın yaşadığı korku ve pişmanlık kapısı kapanarak tarihe karıştı. Dünyaya gelen tüm insanlar artık açılan yeni kapıdan yeryüzüne adımını atıyor ve nasibini de bir ömür kalbinde taşıyacağı duyguyla alıyordu.
İkinci kapıdan girenlerin yapı taşı öfke olduğu için bu taşı hayatlarının merkezine koyup üstüne önce fikirlerini sonra da davranışlarını inşa ediyorlardı. Yığın bir kaya haline gelen eserlerinin farkında olsalar da artık değiştirmek için çabalamıyorlardı. Geçmiştekiler denemiş fakat başarısız olmuştu, öğrenilmiş çaresizlikle yeni nesil hayatına devam ediyordu.
Farklı duygularını henüz yitirmemelerine rağmen bir bardak suya damlatılan acı gibi kalan duyguları da içinde öfke barındırıyordu. Suları kana kana içmek istediklerinde dilleri uyuşuyor, ağızları acıdan yanıyordu. Evet duyguları vardı ama tatları yoktu. “Sevgi”lerin acımsı tadı “samimiyetsizlik”ti. Söylem tatlı olsa bile fikir ve davranışlar masumiyet barındırmıyordu. “Güven” içilince bırakılan tat “çıkar” oluyordu. Sözcükler ve gözler neşe saçsa da fikirler öfkeden kaplanmış art niyettendi. “Merhamet” ise “gösteriş” tadındaydı. İçinden geldiği gibi değil dışarıdan göründüğü kadardı davranışlar. “Sadakat”in tadı “tutsaklık”tı. Söz vermek ya da bağlılık yemini etmek sadece dilde kalıyor, zihin bunu tutsaklık olarak görüyordu.
Öfkeli insanların torunları olarak geçmiştekilere göre bu duyguyu kötü ilan ederek az çok kontrol edip açığa çıkmasını engelleyebiliyoruz. Ancak insanlık hala ikinci kapıdan dünyaya girmeye devam ettikçe ağzımızdaki acılık her daim kalarak bize içimizde öfke olduğunu hatırlatmaya devam edecek. Kim bilir belki yeni bir olayla üçüncü kapı açılır ve insan olmanın temel duygusu değişerek bizleri şaşırtır.
Yazar: Beyza Nur Fındıkcı