Eve kapanıp da herkesle teması kesince dokunmanın, dokunabilmenin ne kadar da müthiş bir şey olduğu üzerine kafa yormaya başladım. Bunun bir sonucu olarak da çok uzun süredir zaman zaman aklımı kurcalayan hatta daha önce üzerine birkaç kelime çiziktirmeye çalıştığım bir soru üzerine de düşünme fırsatı buldum: “Neden el ele tutuşuruz?”
Bu soru yaklaşık on ay önce ilk kez aklıma düştüğünde muhteşem bir duygu fırtınasından başımı kaldırmaya çalışıyordum. Her şeyin karmaşık ve korkunç olduğu, geceleri ıslak gözlerle kabuslarımdan uyandığım bir süreçte sürekli ama sürekli yapmak istediğim tek bir şey vardı: “onun elini tutmak”. Bunu ona sesli bir şekilde dile getirdiğimde bu isteğimin garipliği karşısında şaşırdım. Yahu niye başka bir insanın eline dokunmak istiyorsun? Ne işe yarayacak bu? 5 yaşındaki bir çocuk musun sen, ebeveyninin elini tutup güvenli bir şekilde karşıdan karşıya geçmek mi istiyorsun? Sahi çocuklar niye garipsemez ki bu eylemi?
Ta çocukluğa kadar sorgulamaya başlayınca bir şeyleri fark etmeye başladım. Şefkat, güven, sevgi, sıcaklık… Evet, bunların hepsi o minik hareketin içinde gizli! Ebeveynin, bebeğinin/çocuğunun avucuna dokunduğu o minik hareket… Eh sonra büyüyüp de koca koca bebekler olunca bir de ıssız sokaklarda sevgiyi aramaya başlayınca pek de bir şey değişmiyor. Yine aynı samimi teması arıyorsun. Etrafında dönüp duran birçok şeyi anlamlandırmaya çalışmadığın, gece uyuyacakken yatağın altındaki canavardan ya da pencereyi yumruklayan rüzgârdan kaygı duyduğun o dönemdeki basit ama güvenli olan dokunuşu arıyorsun. Laf aramızda aramaya da devam edeceksin!
Dediğim gibi sonra büyüyorsun hatta belki de o uzun süren arayış bir süreliğine sona ermiş ve birini arzuluyorsun. Şimdi sokaklara çıkıp bu arayışın bittiğini toplum olarak adlandırdığımız sözde bilirkişiye duyurma zamanı! Peki, bunu yaparken yeterince güvende değilsen o zaman ne olacak? Evet, bazıları bazılarının ellerini özgürce tutamıyor.
Birilerinin kendi çoğunluklarının içerisinde onayladıkları doğrunun(!) dışında kalmak mücadele etmeye ve baş kaldırmaya olan açlığını kamçılasa bile çoğu zaman bir bıkkınlık ve kendini kusurlu ya da hatalı tanımlama ihtiyacı uyandırıyor. İşte tam da böyle zamanlarda, kaçmak ve kaybolmak istediğin zamanlarda, onun parmakları parmaklarına yanlışlıkla değse bile içinde bir şeyler pır pır ediyor, sanki uçsuz bucaksız cehalet karanlığını vücutlarınızın eşlenmeye çalışan sıcaklıklarıyla ve onurunuzla aydınlatıyorsunuz. Eh tabii, aşk boyun eğmez yasaklara!
Güven duymak istiyorsun değil mi? Açlık, susuzluk gibi fiziksel ihtiyaçlarını giderdikten sonra aklına ilk gelen şey güven duymak. Biraz da bütünleşmek… Sıcaklık hissetmek istiyorsun ama bu öyle hep algıladığımız türden bir sıcaklık değil. Hikayesi olan bir sıcaklık lazım. Hikayeleri de insanlar yaratır, binlerce yıldır. Hah işte, birinin elini tuttuğun zaman hikayesine ortak oluyorsun! Bu da oldukça eşsiz bir şey. Filmlerin, romanların anlattığı romantik klişe hikayelerden bahsetmiyorum. Bu hikâye; huzuru, mutluluğu olduğu kadar hüznü ve ıstırabı da olan bir hikâye. Zaten bir insan ancak böyle bir öykü yazdığı zaman göreceli olsa da “tamam” hisseder.
Sanırım bütün bu anlattıklarımdan ve daha nicelerinden dolayı karşımıza bizi heyecanlandıran birisi çıktığı zaman şuursuzca kenetlenmek istiyoruz. Bunu yapmanın en kolay yolu da el ele tutuşmak olsa gerek. Kalabalıkları el ele yarmak… Galiba birazcık da “Bakın, ben yalnız değilim!” deme şeklimiz bu. Çünkü çoğu insan korkar yalnızlığın soğukluğundan. Sen de korkuyorsun! Hele ki kalabalık, insan nefesleriyle harlanmış ama yine de buz gibi, bedenini delip geçen soğuk yerlerden… En çok da oralardan korkuyorsun. Ayten Alpman o yüzden mi şunları diyor şarkıda: Ayrılmam istersen hiç yanından/ Çağırsan gelirim çok uzaklardan/ Eskiden korkardım yalnızlıktan/ Korkmam artık sen varsın.
Ya da minicik bir bebek, o minicik başparmağını battaniyesinin içerisinden bu yüzden mi uzatıyor?
Yazar: xoxo, kerem