“Bu yazının okunma süresi ortalama 3 dakikadır.”
Göreceli bir zamanın içindeki puslu yollarda, attığımız adım kadar büyüyoruz. Yaşamımız çoğu zaman kendini sanki hiç bitmeyecek bir harikalar diyarına atıyor, çoğu zaman da omuzlarımıza en ağır, kalplerimize en sancı verici yüklerini bırakıyor sanki hiç dinmeyecekmiş gibi. Oysa güneş her yeni bir güne nasıl önce selam verip sonra da hoşçakal diyorsa, yaşadıklarımız da iyi ya da kötü hayatlarımıza selamını verdikten sonra zamanını bilerek yerini terk ediyor. Fakat çoğumuz ya ardında kalan küllerin, buruklukların, tadı hala damakta olan doygunlukların, kapanmak bilmeyen yaraların ve daha nicesinin içinde yaşamaya devam ediyor ya da çoğumuz onlarla birlikte gelip, nefes bile alamadan, kendini dinleyemeden, yaşam süzgecinden geçiremeden, kendini kaygı dünyasının bilinmezliklerinin kucağına atıyor. Peki kendine hiç sordun mu, sen hangisiydin? Yüzme bildiğin halde geçmişin sularında boğulan mısın? Yoksa geleceğin sisli yollarında kaybolan mısın?
Biz insanların kökleri yoktur, savrulup dururuz. En çok da geçmiş-şimdi-gelecek arasında. Tıpkı bir “Bermuda Şeytan Üçgeni”ydi bu. Tek farkı bu doğallığın aksine, ruhlarımızda “kendi kendimize” yarattığımız derin bir okyanusa uçurumdan düşer gibi düşüyor oluşumuzdu. Peki madem köklerimiz yok idi, neden hala çoğumuz geçmişin ya da geleceğin sularına demir atmıştı? Geçmişini sırtındaki koca bir çuvalın içine tıkıştırıp kan ter içinde taşıyanlarımızdan tutun da, geleceğin kaygılarını her adımında dev bir gölge gibi peşlerine takanlarımıza kadar… Yetmedi mi pişmanlıklarımızın, suçluluklarımızın omuzlarımıza bıraktığı acılar, bizi itip kakmaları? Yetmedi mi henüz yaşamadıklarımızın, yapmadıklarımızın bizi esir alması? İşte hayatı kaçırdığımız nokta buradan itibaren başlıyor ve devam da ediyor. Sıradaki ne miydi? “Sırada ne var?”larla anı kaçıranlarımız idi. Mesela karşımızdakini dinliyor muyduk yoksa söz alabilmek için sıramızı bekleyerek düşünüp duruyor muyduk? Etrafımızda olan bitenlerin farkına gerçekten varabiliyor muyduk? “Meşgul olan dünya mı yoksa benim zihnim mi?” diyordu Haemin Sunim ve ekliyordu “Yalnızca yavaşladığında görebilirsin.” Haklı mıydı? Sanırım sadece yavaşladığında anlayabilirsin.
Fark ettiniz mi, tıpkı Emerson’ın dediği gibi: “Sürekli hayata hazırlanıyor, ama hiç yaşamıyoruz.“ Çoğu zaman geçmişi değiştirme arzumuzun yanlışlığını göremiyor, bugün bizi “biz” yapan tüm değerlerimizin ve zaman zaman gururla, hüzünle, mutlulukla anlattığımız tüm hikayelerimizin bize ait olduğunu unutuyoruz. Sonucunda ise yürüdüğümüz tüm yolları fütursuzca suçlamaya, suçluluğun altında ise ezilmeye başlıyoruz. Nefes alarak kendimize verdiğimiz değeri kanıtlıyor fakat taşıdığımız o çuvalın da o dev gölgemizin de ruhumuza yaptığı eziyeti fark edemiyoruz. Neydi bu ironin sebebi? İyileşmemiş, kabuk bağlayamamış yaralarımızın dermanını şimdi mi arıyorduk? Aramak için mi gelmiştik tüm o yolu, o çuvalla? O halde asıl yaşadığın an neredeydi? Bu yüzden miydi tanışık olduğumuz o anların içinde yine kendimizi bulmalarımız? Oysa aynı yolu kullanarak sonundaki kapının farklı bir aleme açılmasını bekliyorduk.
En sık yaptığımız şey ise, hüzünle dönüp arkamıza bakmak oluyor. Kendi yollarımızda yürürken yaşadıklarımızdaki pişmanlık mıydı bu hüzün yoksa başkasının yolunda yaşayamadıklarımız mıydı karar veremiyoruz fakat anlıyoruz ki bir şeyler çoktan olup bitmişti. Rüzgarı suçlamayı bırakıp, yelkenleri kullanmanın vakti ise çoktan gelmişti. Sonuçta her fırtına illa ki bizi altüst etmek için gelmez. Belki de bizim daha iyi görebilmemiz için önümüzdeki taşı, toprağı temizlemeye gelmiştir, kim bilir.
Yazar: Ceren Bayram