
Büyümek dediğimiz travmalar bütününde, insan sürekli bir değişim-dönüşüm halindedir.
Bazen, sürekli kınadığımız durumların öznesi olurken buluyoruz kendimizi. Aslında biz bile
tanıyamıyoruz ki asıl benliğimizi. Nasıl oluyor da değişiyoruz böyle? Ne tetikliyor bunu? Her
birimiz, bünyesinde onlarca varyasyonunu bulunduruyor. Kimin bizi hangisi ile tanımasını
istiyorsak, onun karşısında o varyasyona bürünüyoruz. Aile içinde başka, arkadaş ortamında
başka, romantik ilişkilerde başka, çalışma ortamında bambaşka oluyoruz fakat rollere çok
fazla kendimizi kaptırdığımızda benliğimizi görmezden gelmeye başlıyoruz. Eğer ki
dengemizi bozacak bir arzu ya da korku nesnesi ile karşılaşmazsak, belki taktığımız bu
maskelerle ömrümüz boyunca yaşamaya devam edebiliriz. Fakat ya onunla karşılaşırsak?
Bizi tehlikeye sokan durumların içerisine düşmeden ya da yürekten istemeden,
kudretimizin sınırlarını bilemiyoruz. Canımız tehlikeye girmeden, kalbimiz harlı ateşte
yanmadan, ilk çocuğumuzu kucağımıza almadan, iznimiz dışında yuvamıza bir yabancı
girmeden bilebilir miydik neler yapabileceğimizi? Belki çevremizden gözlemleyerek elde
ettiğimiz veriler üzerinden birkaç tahminde bulunur, bu tahminler üzerinden davranışlarımızın
sınırlarını çizerdik. Ne kadar da tuhaf! Bunu yaparken bile ötekini referans alıyoruz.
Bizi tam olarak biz yapan şeyin ötekilerin yargıları olduğunu dile getiren birçok argüman
var ama eğer ki benliğimiz ötekilerin yargılarına göre şekilleniyorsa, akıllara şu soru düşüyor,
“Ben tam olarak kimim?”. Gerçekten istediğim için mi masamın başında oturup bu yazıyı
yazıyorum, yoksa ötekinin arzusuna ulaşmak için mi? Gerçekten istediğim için mi bu mesleği
yapıyorum, yoksa ailem bana bunun çok yakışacağını düşündüğü için mi? Aslında kendimizi
çevremizden de ayrıştırmamız imkansız. Saphir-Whorf Hipotezi’ne göre, düşünce yapılarımız
konuştuğumuz dile göre şekilleniyor. Konuştuğum dildeki düşünce yapımı, başka bir dili
konuşan öteki tam olarak anlamlandıramayabiliyor. Konuştuğum dilin bile benliğim ve
düşünce yapılarım üzerinde böylesine bir etkisi varsa, kendi oluşturduğumu düşündüğüm bu
kimliğin üzerinde, benliğimin tam olarak ne kadar etkisi olabilir ki? Tüm bunların bütününe
baktığım zaman elimde kalan tek bir hakikat kalıyor: “Ben kim olduğuma inanıyorsam, oyum”.
İnançlarımız bizi gerçekliğin acılarından sıyırıp, hayatı daha yaşanabilir bir hale getiriyor.
Belki de tüm bu kaosu düşünmemizin önüne bir duvar örüp, kendi yarattığımız bu dar alanda
nefes almamızı sağlıyor çünkü büyümek hem fiziksel hem de ruhsal olarak kendi başına
zaten oldukça acılı bir süreç. Birileri bize önceden yüklediği bir takım anlamlara bizi
inandırabilirse, işte o zaman bu travmayı ve stresi daha az hissediyoruz.
Yazar: Ayşegül Köse