(Bu yazının okunması yaklaşık olarak 3 dakika sürmektedir.)
Sordum: “Beni hala bekliyor musun peki?”
“Bekliyorum.” dedi.
“Hatırlıyor musun bir kahve falında çıkmıştım sana. Senin tarafından hiç sevilmeyeceğimin vurgusu vardı bizim başlangıcımızda. Sen kahve falını bana anlattığında ‘O ben değilim.’ demiştim ya, kahvede çıkan sevilmemişliğimin kırk yıl boyunca üstümüzde hatrı sayılacağını düşünmedim hiç. Zaman bizden geçti, biz de kendimizden geçtik ama fal doğru çıktı. Ben de gitmek istedim artık senin bahtı açık olmayan kaderinden. Öyle ki senin kaderin benim kederimdi. Benim kederim de sana hep bir beden büyük gelirdi ve tek başıma sırtlanırdım kaderinin cilvesini. O yüzden beni bekleme, ben kendi kahve falımda yer almak istiyorum.”
Kaşlarını çatarak sordu: “Bu son muydu yani? Gelmeyecek misin bir daha?”
“Gelmeyeceğim, evet. Umuyorum ki bu sefer gelmeyeceğim sana. Zaten hayat bize hep zordu, sen yaralıydın ben de kanardım. İki yarım bir tam eder mi sandık bilmem. Hem belki bu sadece benim varsayımımdı, ben seninle tamamlanmak istediğimden midir nedir senin yarım kalışını da kendimle tamamlarım sandım. Hah, zaten senin benimle tamamlanmak istememenken böyle bir varsayıma bel bağlayarak hep sana koşmalarımdı beni bitiren de. Öyle karışık, öyle dağınık bir mantığım vardı benim. Hâlâ oldukça bölük pörçük fikirler çıkıyor aklımdan. Ancak en doğrusununun gitmem olduğunu görebilecek kadar kaldırabildim gözüme inen sisleri.
Geleceğim pek parlak değil, bugünüm karanlıktan hallice ve dünüm bir bataklık. Ve bu bataklık da seni çekiyor içine her karanlık çöktüğünde. Ben de inatla aydınlığa çıkmaya çalışıyorum. Çok yoruldum bataklığın ortasında karanlıkta kalmaktan, seni de alamam yanıma. En azından seni kendi falına emanet etmeliyim. Benimkinde yalnız benim kederim olmalı, senin kaderin senin fincanında yazıyor zaten. O yüzden bu sondu. Bazen çok istesem dahi seni yanıma çekmeyi, bu sondu. Umuyorum öyleydi.”
İç çekercesine nefes aldı. Bıkmıştı benden bariz. “Ben seni hiç kendi falıma hapsetmedim. Kaderimi kederine mâl eden de sendin, kendine yarattığın karanlıkları bana mâl eden de. Sen kendi duygularının vebalini hep bana yükledin, oysa ben sana bir bütün edeceğimizin sözünü hiçbir zaman vermedim. Yarım kalmayı göze alarak bütün olma arzusunu taşıyan da hep sendin. Kırk yıl hatrı sayılan sevilmemişliğin değildi, sen seni sevmeyenlerce sevilmeyi diledin sadece. Sonra kurak topraklara çiçek vermiyor diye toprağa kızdın. Oysa çiçek açmayacağını bilerek inatla toprağı sulamaya devam eden de sendin. Kendi yarattığın bir oyunda yenilip durdun ve canavarı karşındaki yaptın. Bölüm sonu hep sana acı veren bir döngünün başlangıcıydı ve sen durmadan yenilip yenilip aynı oyuna tekrar başladın. Ben sana değer verdim, sevdim ve dinledim. Sen benim sana verdiğim değeri aramıyordun ben de senin benden istediğin sevgiyi sana veremiyordum sadece.“
Gözlerim doldu. Bazı acı veren sözler ne kadar da doğruydu! “Ama sen bana çiçek vaat etmeyen bir ormandın. Her gelişimde çiçek açtırırım sandım. Tamamen kurak olduğunu bilseydim seni bunca zaman sular mıydım! Sen fark etmeden bana koca ormanın en kurak köşesinden yer ayırdın ve geri kalan yeşilliği izleterek umutlanmamamı istedin. Bu nasıl vaat etmemektir, bu nasıl bir verilmemiş sözdür? Sen benim kendime kurduğum oyunu benimle oynadın, ben tek başıma yenilmedim. Karşımdaki canavar sen değildin ama ben içimde biraz da seninle mücadele verdim. Sen bana hep beni sevmeyeceğini söyleyip dört elle sarıldın hayatıma. Senden kaçmaya çalıştıkça sende buldum kendimi. Ben tek başıma, yalnız bana vaat etmediğin hislere heves besleyerek buralara kadar gelmiş olsaydım eğer söyle bana, nasıl senden sana kaçabilirdim? Söyle, ben nasıl senin kapının aralık kısmından içeri sızıp neden çiçeği artık sulamamam gerektiğini anlatabilirdim kendime? Sen hiç orada olmayacağını söylerken bile aslında hep var olduğunu görmedin, ben izlediğim yeşillikler bir gün benim suladığım topraklara da renk verir diye bekledim. Senin görmediklerin yüzünden ben içimdeki yenilgilerin hükmünü sana giydirdim, sen veremeyeceğin şeyleri senden bekliyorum diye beni içine hapsedip günden güne cezamı kestin. Belki evet, ben hiç çiçek açmamasını göze almıştım, suladığım toprak da kuraktı. Ama sen bana kurakken nasıl canlı ve çiçeklerle dolu olabileceğini de gösterip benden çiçek beklemememi istedin.”
Sustu bir süre. Ne konuşsak hak verecektik birbirimize ne de kalsak yetecekti ikimize. “Git o zaman, ben çiçek açmayacağım ve sen de sulamayı bırakmayacaksın. Ben düzelelim isterdim, gitmemeni dilerdim ancak böyle yüzün tekrar yeşerecekse git. Beklemem dönmeni.”
Topladım kendimi, kendimden kalanları. Ve ansızın bir gece gittim. Bir “İyi misin?” sorusuna istinaden çekip gittim bu hikayeden. Şimdi o beklemeyecekti, ben de dönmeyecektim. Kurak topraklar hep kurak kalacaktı, ben de artık çehremi sulamayı bırakacaktım. Her elveda edişim sondu aslında ama bu sefer hepsini içimdeki yarımla tamamlayacaktım bir bir.
*Müzik Önerisi: Kaan Tangöze-Kalmak Türküsü
Yazar: Almina Kesler
Görsel Kaynak: https://pin.it/4ie6L5D