
(Bu yazının okunması yaklaşık 4 dakika sürmektedir.)
Lastiklerin sıcak, taş ve çalı kaplı toprak üstündeki sesini duyabiliyordu. İkinci el kamyonetinin kliması çalışmıyordu ve eritici sıcağa bir de bu gürültü eklenmişti. Arkadaşı yazlığına giden kestirme yol diye onu medeniyetten uzak, her tarafı çalı çırpı olan bir toprak yola yönlendirmişti Ege’yi. Telefonunun şarjı bitmek üzereydi ve GPS kapandıktan sonra elinde bir tek arkadaşının yetersiz tarifi ve harita kalacaktı. Ve sonunda telefon ekranı siyaha büründü. Gerçi yol dümdüz ilerliyordu ve ilerlemekten başka seçenek yoktu. Yaklaşık yarım saat daha ilerledikten sonra deniz seviyesine yaklaştığını fark etti. Masmavi, güneşin altında elmas gibi parlayan suyu görebiliyordu. Karşısına bir yol ayrımı çıktı. Ya düz devam edecek ya soldaki çayırın içinden geçen yoldan ilerleyecek ya da sağda denizin üzerinde bir balkon gibi yükselen küçük lokantaya giden yola doğru kıracaktı direksiyonu. Bu durumda pek şansı yoktu. Hangi yoldan gitmesi gerektiğini bilmediğine göre belki gidip lokantada bulunan insanlara sorabilirdi. Daha da iyisi orada bir priz bulabilirdi ya da birinin telefonunu ödünç alıp arkadaşını arar ve yardım isterdi. Zaten karnı da kurt gibi acıkmıştı. Böylece sağdaki yola girdi. 10 metre ilerledikten sonra lokantanın altındaydı. Birkaç bisiklet, bir motor bir de eski Anadol vardı yalnızca. Hepsi de en az 50 yıl önceden kalma duruyordu. Kendi külüstürü onların yanında yeni görünmüştü gözüne. Yan taraftaki merdivene doğru yürüdü. Merdiveni çıktıktan sonra denizden esen meltem yüzüne vurdu. Gözlerini kapatıp mis gibi kokuyu içine çekti. Deniz kokusu yanında martı seslerini de getirmişti. Gözlerini açtı etrafında boş tahta masalar ve sandalyeler vardı. Mutfak olduğunu tahmin ettiği kapalı küçük kulübenin yanındaki masada iki yaşlı kadın balık temizliyorlar ve Ege’nin duyamayacağı bir tonda sohbet ediyorlardı. İlerledi ve lokantanın denizi gören kısmına gitti. Lokanta bir kayanın üstündeydi bir tarafı birkaç metrelik bir uçurumdu. Uçurum tarafından aşağı bakınca kıyıya bağlanmış tekneleri ve teknelerden ellerinde balık kovalarıyla inen amcaları gördü. “Hangi rüzgâr attı seni buraya genç!” arkasından gelen sesle biraz irkilerek döndü. Ellerini belinde birleştirmiş kasketli bir amca ona doğru bakıyordu. “Yolumu kaybettim. Çok da acıktım. Burada durup hem karnımı doyurmak hem de yol tarifi sorabileceğim birine rastlamayı umuyordum”. “Açsan tam vaktinde geldin, bugünün avı seni de beni de iki kez doyurmaya yeter. Gel bakalım.” deyip küçük kulübeye doğru ilerledi ihtiyar. “Ama ya yol?” “Önce bir karnını doyur hele”.
Ege ihtiyarı biraz tedirginlik biraz da merakla takip etti.
“Nereden geliyorsun bakalım?” diye sordu ihtiyar beline önlük bağlarken.
“İzmir’den.”
“Ooo İzmir ha! Gençliğim İzmir’de koşuşturarak geçti. Sen de bir oraya bir buraya hiç durmadan yaşıyorsundur illa.” Çekmeceleri karıştırıp duruyordu ihtiyar.
“Eee napacaksın amca, ekmek parası peşinde koş, sonra eğlence peşinde koş. Gençlik dediğin durmayan bir koşu. Ama ben hayatımdan memnunum.”
“Öylesindir tabii, durmak nedir bilmiyorsun ki aslında memnun olmadığını anlayasın.” sonunda bir önlük buldu ve Ege’ye doğru ilerledi.
“Sar bakalım şunu beline.”
“Neden ki?”
“Neden olacak? Yemek yaparken kıyafetlerin kirlenmesin diye.”
“Yemek yaparken mi? Ben niye yemek yapıyormuşum, buranın işleteni, aşçısı yok mu?”
“Burada kendi yemeğimizi kendimiz yapar kendimiz yeriz evlat, hadi giy şu önlüğü sonra da ellerini bir güzel yıka.”
Alınmış ve biraz da sinirlenmiş halde önlüğü geçirdi üstüne. Sonra da ellerini yıkadı.
Ne biçim müessese burası, diye söylenirken ihtiyarla göz göze geldi, sustu.
“Adın nedir genç?”
“Ege, Ege Yalın”
“Ege… Ne güzel isim. Sularında kaybolduğumuz denizin, tarlasında koştuğumuz toprakların ismi. Bana da Seyfi emmi derler. Sen Seyfi desen yeter.”
Banane senin isminden diye düşündü Ege, Seyfi emminin önüne yığdığı rokaları doğrarken.
“Bu akşamın mezeleriyle salataları bizden, aman diyim güzel kes otları. Benim de bir itibarım var sonuçta.”
“Ne akşamı? Akşama kadar yemek mi yapacağız? Benim yola koyulmam gerek. Zaten sadece bir hafta sonu iznim var. Onu da bu sıkıcı ve boş lokantada harcayacak değilim!”
Ege daha söylerken pişman oldu sözlerine. Seyfi emminin yüzündeki gücenmişliği ve hüznü görmüştü.
“Öyle demek istemedim. Yani arkadaşım merak eder diye.”
“Öyledir elbet evlat. Dert etme.”
“Priz var mı bari burada ya da sizin telefonunuz varsa onu kullansam.”
“Ne priz var ne telefon. Bir tek radyomuz var.”
“Ne yapayım radyoyu?” dedi gözlerini devirerek. Düşünmeden konuşuyordu, konuşunca da pişman oluyordu. Yine kırmıştı ihtiyarı.
“Doğradım bunları. Daha ne yapayım?”
“Şu kâseye koy hepsini, ben karıştırır soslarını eklerim. Sonra da git balkon kenarında otur biraz.” dedi ihtiyar. Sesindeki hafif sitemi sezmişti Ege. Peki deyip çıktı dışarı. Güneş batmaya başlamıştı. Denize vuran ışıkları o kadar güzeldi ki. Kırmızı, sarı, turuncu ve pembeden oluşan renk cümbüşü koyu ama berrak mavinin üzerinde dalgalarla dans ediyordu sanki. Tahta sandalyeye oturdu. Temiz havayı bir daha içine çekti. Ve dinledi. Sonra şaşırdı. Sessizliğe şaşırdı. Etrafına baktı, duyduğu tek ses dalgaların ve arkada akşam yemeğini hazırlayan insanların sesiydi. İçinde garip bir duygu hissetti. Huzurun verdiği huzursuzluktu bu adeta. Öyle alışkındı ki karmaşaya ve gürültüye, sakinlik ve huzur onu hazırlıksız yakalamıştı. Bir ebru teknesi gibi dalgalanan denize bakmayı sürdürdü. Gökyüzüne, aşağıdaki teknelere, yan tarafa uzanan üstü makilerle dolu kara parçasına baktı. Bomboş ama bir o kadar dolu. Uçsuz bucaksız göründü hepsi ama sanki duyumladığı her şey ruhuna sığmış, onu doldurmuş gibiydi. Zaman bir anda anlamını yitirmiş, her şey tek bir ana toplanmıştı. Aldığı her nefeste sanki binlerce yıldır bu güzel koyu aydınlatan güneş ışığını, salınan dalgaları soluyor, baktığı her noktada yaşamın enerjisini duyuyor, kulakları doğanın insana hediye ettiği bu güzelliklerin ahengiyle oluşan müzikle doluyordu. Her hücresinde hissediyordu doğayı, her hücresine nüfuz etmişti zaman. Neler oluyordu böyle?
Bir anda omzunda bir el hissetti. Hafifçe sıçradı. “Haydi genç, gel oturalım sofraya”. Yavaşça kalktı. Az önce deneyimlediği duygulardan dolayı hala başı dönüyordu. Sendeledi ve Seyfi emmiye tutundu. “Ne oldu genç, rüzgâr mı çarptı?” diyip kahkahayla güldü ihtiyar. Ne olduğunu biliyor, diye düşündü Ege. O da böyle hissetmiş olmalı. Yavaşça masaya doğru ilerlediklerinde masa kendi yaptığı roka salatasından tut deniz börülcesine, közlenmiş biber ve patlıcanına çeşitli meze ve salatalarla; herkesin tabağına konan ve mis gibi kokan taze balıklarla bezenmişti. Tüm ihtiyarlar oturdu, kadehler doldu. Ege pek rakı içmezdi ama o akşama özel bir istisnada bulunmasını rica etti Seyfi emmi. Yavaş yavaş içmeyi kabul etti o da.
Radyoda türküler çalıyor, müziğin hafif sesi akşamı ve balkon sakinlerini demlendiriyordu. Bir anda Seyfi emmi ayaklandı “Ah çıktı işte benim türkü!” diye. Başladı radyoya eşlik etmeye. Çatallı sesiyle ne de coşkulu söylüyordu. Diğer ihtiyarlarda katıldı ona. Ege şaşkınlık içindeydi. Nasıl bu kadar mutluydu bu insanlar? Şehirden uzak, medeniyetten uzak, her şeyden uzak… Ya da belki değil diye düşündü bir anda. Belki de tam da olmaları gereken yerdeler, doğaya yakın, birbirlerine yakın, kendilerine yakın…
“Ooo genç ne oldu pek mi içli söyledik de ağlıyorsun?” Ege gözlerinden akan yaşları bile fark etmemişti. Ağlıyordu gerçekten de. Ama nedenini bilmiyordu. Üzgün değildi orası kesin. Ama gözlerinden istemsizce akan yaşları durduramadı. Birden kahkahalarla gülmeye başladı.
“Yok canım, türküyü öyle berbat okudun ki tutamadım kendimi Seyfi emmi!” deyip bastı kahkahayı tekrar. Tüm ihtiyarlar da eşlik etti ona. “Öyle dersin ha! Çok biliyorsan sen oku madem”. Ege bir anda ayağa kalktı. Başladı söylemeye. Uzun zamandır şarkı söylemediği için paslanmıştı ama ihtiyarların hepsi güzel sesini duyunca susuvermişti. İçinden geldiğince ruhunun her parçasını vererek okudu türküyü. Bitirdiğinde tüm ihtiyarlardan alkışlar ve naralar yükseldi, kadehler tokuşturuldu.
Ege yerine otururken Seyfi emmi yavaşça yaklaştı,
“Hala kayıp mı yolun genç?”
…
Yazar: Göksu Keskin