
(Bu yazının okunma süresi yaklaşık 3 dakika sürmektedir.)
İnsan kendi başına bir bütün müdür, yoksa tamamlanmak için bir başkasına mı ihtiyaç duyar? İnsanların inatla ortada hiçbir şey yokken bir aşk aramaları veya ısrarla birinde takılı kalana kadar hayatlarına birilerini almaları, bunun yanında karşılarına belki de yüzlerce insan çıkacak olmasına rağmen çok da memnuniyet duymadıkları halde ilişkilerinde devam etmekte ısrarcı olmaları nedendir?
Bu süreçte karşılarına istedikleri gibi biri çıkıp çıkmayacağının belirsizliğiyle en azından bir seçeneklerinin var olduğunu bildikleri için mi yaparlar bunu? Yoksa yalnız kalmanın getirdiği ezici bir biçimde “biri için özel olamama” veya “sevilmeme” kaygısı mı? Bence bunların ikisi de insanın davranışlarının arkasındaki nedenlerden. Kişisel nedenler de olmasına karşın herkesin ortak düşünüp hissedebildiği şeylerden bahsetmeyi doğru buluyorum. Ben insanların içinde tamamlanması gereken bir parça bulundurduğunu düşünmeyenlerdenim ama bu durum bir metafor olarak düşünülüyorsa bir bakıma doğru. Yani demeye çalıştığım, insanın içindeki “birine sevgi verme ve sevilme” ihtiyaçları onları bu arayışa iten motivasyonun kaynağı olabilir. Her ne kadar yalnız yaşayabileceğini, kimseye ihtiyacı olmadan var olabileceğini iddia edenler olsa da insan algılarını ve bilişlerini sosyal etkileşimler üzerinden oluşturmuş bir varlıktır. Bu yüzden insanın kendisini var edebilmesi bir başkasının onu var olarak görebilmesine bağlıdır bir bakıma. İnsan, özel olabilmek ister. Bilmem kaç milyar insanın yaşadığı bir dünyada kendinin bir başkalarının gözünde özel olabilmesi onun yaşamını daha anlamlı kılar. Bu yüzden yalnız kalmaktan da korkar, sevilmek insanı dünyada var eden ve özel olduğunu hissettiren bir duygudur. Çoğu kişi sevilmenin en doyurucu yöntemi olan aşkı arar her yerde. İnsan bu yolla kendi değerini yüceltir ve aslında özel olduğunu hissedip hayatına bir anlam katmış olur.
Biraz da bu “aşk” dediğimiz şeyi daha farklı bir bakış açısıyla sorgulamak istiyorum. Aşk, yoğun bir şekilde hissettiğimiz hislerin dengesizliğiyle kendini gösterir. Hisler çok yoğundur ve bu yüzden biz de onları belli bir dengeye oturtamayız. Tam burada aşkın kilit noktasının “hisler” olduğunu düşünüyorum. Hisler, onları hissettiğimiz ana özeldir. Hislerimiz sürekli değişir, bazen çok sevdiğimiz insanlardan bile çok uzakta hisler hissedebiliriz. Hatta muhtemelen hissedilen bu dengesiz hisler herkes tarafından bilinseydi, kimse birbirine tahammül edemezdi. İşte bu yüzden, “İnsanlar, dünyada rasyonel olmayıp da rasyonel olduğunu düşünen tek canlıdır.” Rasyonel düşünebiliriz, hatta bir noktaya kadar kendimizi kontrol edip rasyonel de davranabiliriz, ama duyguların ve başkaları hakkındaki anlık his ve düşüncelerin değişkenliğini kontrol edemeyiz. Bu yüzden insan iki yüzlü bir canlıdır ve olmalıdır da. Bir kendine baktığı bir de diğerlerine baktığı yüzü ve ikisi arasında kurduğu bir filtreleme sistemi olmazsa nasıl olur da diğerleriyle birlikte varlığını sürdürebilir? Bu paranteze şimdilik bir nokta koyup hislere dönüyorum. İnsanların hisleri böylesine değişkense, aşka dair hisler de geçici ve değişken değil midir öyleyse? Biz o an hissettiğimiz her ne varsa onu abartmaya, genellemeye eğilimli olduğumuz için bize bazı insanlar gerçekten de özel gelir. Sanki hiç bir daha öyle hissetmeyecekmişiz gibi gelir veya bizim için öyle hisseden başka insan olmayacakmış gibi… Bu yüzdendir ki ilişkilerimizin içerisinde bulunduğumuz anlarda gerçekten de kolayca sonunun gelmeyeceğini düşünür ve buna yönelik sözler veririz. Bu sözler ancak içinde bulunduğumuz durumdan çıkıp artık hislerimizin düşündüğümüz kadar özel gelmediğini fark ettiğimiz anda değerini yitirir, dileyelim ki karşımızdaki insan da bizimle aynı zamanda bu süreçlerden geçmiş olsun aksi takdirde ona bir zaman dilimi için de olsa büyük bir hayal kırıklığı yaşatacağızdır.
Yine de insanlar, genelde hislerini yitirse bile onları canlandırmak için çeşitli çabalar sergiler ve ilişkilerini bir şekilde devam ettirmenin bir yolunu bulurlar. Hatta çoğu zaman karşılarındaki insandan beklentileri onları doyurmasa da ilişkilerini devam ettirmekte ısrar ederler. Bunun için kendilerine çeşitli yanılsamalar yaparlar, olumsuz durumları görmezden gelir ve özellikle olumlu durumlara yoğunlaşarak ilişkilerinden memnun olduklarını düşünürler. Bu aşkın veya çok sevmenin getirdiği bir durum değil bence, soruyu tersten sormalıyız bazen. Sevilme ve sevme ihtiyacı bizi duygularımızı abartma ve buna bağlı olarak da ilişkide kalma yönünde tetikleyebilir. Peki hiç mi yoktur, özellikle de bu kadar fazla insana ulaşabildiğimiz bu dönemde, o kadar kişi arasında mantığımız bakımından bize uygun ve sevebileceğimiz insan? Öyleyse biz neden ısrarla doyum alamadığımız halde ilişkilerde kalmayı ve sevgimizi öne sürerek başkasını değil onu isteriz? Bana göre insanlar bu konuda da karşılıklı yanılsamalar yapar, bu yüzden kimsenin yaptığı bir ötekine yanlış gelmez. O da şudur, eğer dünyada gerçekten böyle birileri varsa da, bize denk gelip gelmeyeceğini bilemeyeceğimizden ve bu süreçte de yalnız kalmanın içimizde yarattığı sevilememe boşluğundan korktuğumuzdan bütün bu zahmetli işlere girişmektense “sevgi yanılsamasının” arkasına sığınırız ve kozumuzu elimizdekine yönelik oynarız. Bu bir bakıma gerçekten de işlevseldir çünkü bir yerden sonra bu yanılsamaları bir gerçekliğe dönüştürme şansımız vardır. Kısaca nasıl daha mutlu olmak için güldüğümüzde gerçekten de mutlu oluyorsak, birini sevmek için çaba harcadığımız süreçte çoğunlukla onu seviyoruz. Sonradan buna anlamlı rastlantılar atfediyor böylece sevgi nedenimizi güçlendirmek için dayanaklar buluyoruz. En başında demeye çalıştığım şeyi burada söyleyebilirim artık bence biz aşkı seviyoruz; gerisi sadece bizim bilişsel çarpıtmalarımızdan ibaret. Zira herkesin sevildiği bir dünyada kimse sevilmemek istemez…
Yazar: Yaren Köse