(Bu yazının okunma süresi yaklaşık olarak 4 dakikadır.)
2866; Narsistagram Cumhuriyetinin, Tak Tuk Cumhuriyeti tarafından işgal edilişinin üzerinden geçen gün sayısı.
Saat 21 suları. Elimle hafifçe karalıyor olduğum kağıdın diğer yüzünü çevirerek; korkumun ve heyecanımın, gerginliğimin ve öfkemin hunharca bulanacağı, odamdaki ışığın titrek parlamaları altında son derece keskin çiziklerle uzun satırlara dönüşeceği, duvarlarda yankılanan sessizliğin küçük küçük inlemelerimle bölündüğü, kalbimin göğsüme vuruşlarının sıklaştığı ve eğer kendimi çok kaptırmazsam hala dönülebilir olan akşamın ufkundaydım.
“Marallabarba, mirillibirri, morolloborro.” diyerek sokakta kendini kaybeden biri tarafından ısırılışımın üzerinden 3 saat geçti. İlk anda dehşetle irkilip gözlerimi kapatmış, daha sonra hızlıca oradan uzaklaşarak sakinleşecek bir yer bulmaya çalışmıştım. Nefesimi kontrol etme çabamın boşa gittiğini görüşüm, ellerimden kayan telefonun zeminde birkaç kere sekerek kırılmasıyla daha da artmıştı. Hızlıca ne yapabileceğimi düşünmem ve bu zehirden kurtulmam gerekiyordu. Eve mümkün olan en hızlı şekilde ulaşmak için çevirdiğim taksinin şoförü; ellerini sağa sola savurarak arabasının içinden gelen “Made in Romania” şarkısıyla dans ediyordu. Taksiden uzaklaşmak için koşarken, ayağımın yere çarpışlarına “la dumma dummmula la dumma” sesleri eşlik etti. Evimin olduğu caddeye kadar koşmuştum. Daha sonra son derece nefes nefese kalmış halimle apartmanın girişindeki ekranda; yöneticinin güneş gözlüğüyle etrafa keskin bakışlar atıp bir anda şoka girerek elleriyle başını tuttuğu, devamında gözlüğünü çıkararak kameraya baktığı, arkada Buzi çalan 11 saniyelik videosu oynuyordu. Kapının açılabilmesi için beğenip yorum yapmam gerekiyordu. O an için de bulunduğum dehşetle aklıma gelen yorumun basitliği beni kapının açılmayacağı yönünde korkutsa da ekranda gördüğüm yeşil tikle beraber “başarılı” yazısının altında yorumumun belirmesi beni rahatlattı: “Güneşin Batıdan Doğduğunu Görünce Gelen Kalp Daraltmalı Farkındalık Hissi.”
Evimin salonundaki kanepeme kendimi atıp, dinlenmeye ve neler olacağını izlemeye koyuldum. Bir süreliğine gözlerime inen perdelerin altında uzun soluklara dönüşen nefesim; ani bir kesilmeyle beni dalmış olduğum uykumdan kaldırdı. Bakışlarıma arkaplan olan her duvarda; film replikleri, dans hareketleri, uzun uzun yazılarla bezenmiş yürüme videoları, kısa futbol kesitleri, el ele tutuşan çiftler, Poyrazla-Yağız, makyaj yapan bir kadın ve kombin deneyen finfluencer görüntüsü parça parça zihnim tarafından duvara projekte ediliyordu. Ayılmamın tamamlanması için yüzüme çarptığım sular, banyomdaki havlum tarafından bertaraf edilmesiyle başlayan baş ağrım ve ona eşlik eden gerginliğim; şu anda kağıda satırlar halinde döküldükçe, gerçekliğime dönmeye başlamıştım.
Uzun yıllar bu sefalet Narsistagram yönetiminin baskıları yetmezmiş gibi, Tak Tuk cumhuriyetinin işgaliyle her şey zıvanadan çıkmaya başlamıştı. Bu dikatör-baskıcı rejimlerin ilk darbesi; gittiği konserde paylaşım yapmadığı tespit edilen bir gencin ters kelepçeyle tutuklanması olmuştu. Ondan birkaç ay sonra Budrum’un giriş çıkışlarını tutan kontrol güçleri, bölge esnafının ihbarıyla şehrin denize bakan kısmında fotoğraf çektirmediği öğrenilen 3 kişilik bir aileyi soruşturmaya almışlardı. Evin babasının Narsist Emniyet Güçlerine “Beyim telefonda kamara yoktur!” şeklindeki açıklamaların sonucunda; bir gün boyunca bahsedilen yere gelen bütün turistlerin fotoğrafını çekme cezası verilmişti. Bu şekilde başlayan çarpıcı olaylara ilk tepkiyi, Mistanbul’un Takdim meydanında toplanan EŞOFMANLILAR derneği üyelerinin başlattığı protesto oldu. Gün boyu süren yoğun mücadeleler, güvenlik ekiplerinin selfi çubuğuyla acımasız saldırılarına uğrayan protestocuların hastaneye kaldırılmasıyla son buldu. Yoğun korku ve kaygıya sebep olan bu olaylar sonucunda halk, yönetimin baskısına boyun eğmeye başladı.
Daha sonra Küheyla Subaşı’nın meclise verdiği yasa tasarıyla işler çığırından çıkmıştı. Artık herkesin düzenli aralıklarla paylaşım yapmasını zorunlu kılan yasanın meclis tarafından onaylanmasıyla, herkes gün içinde nerde olduğunu -belirtilen uygulamadan- paylaşmak zorunda olacaktı. Özellikle 3 ay boyunca 3 günde bir Satarbucks’dan yapılan paylaşımlara cumhurbaşkanı tarafından tam altın vaadi ilgi görmüştü. Narsistagram Cumhuriyetinin ilk onur madalyası ise düğününde 860 sistory, 14 tost paylaşımıyla rekor kıran çifte verilmişti. Ondan 1 yıl sonra yurtdışına çıkan S.Ö. tarafından 1 hafta içinde 1000 sistory, 42 tost ile rekoru egale edilmiş; cumhurbaşkanı canlı yayınla bağlanarak ülkenin gururu olduğu sözlerini sarf etmişti. Daha sonra başkanın özel talebiyle ülkedeki her bireyin yorumlara “aferin, bravo, yurtdışına çıktın, büyük başarı, tebrikler” yazmamız istenmişti.
İlerleyen süreçte aşağılık kompleksinin devam ettiğini gören yönetim; yaptırımlar uygulamaya devam etmiş, ülkedeki narsist eksikliği nedeniyle kabine toplantısı yapılmıştı. Çıkan kararlar sonucunda erkekler için daha fazla bitness salonu açılması gerektiği, kadınlar için ise krop giyimi zorunlu hale getirildi. Başbakanın eşi canlı yayında medya tarafından “iddialı” şeklinde tarif edilen tarzıyla, ama kıyafetlerine nazaran son derece hüzünlü bir yüz ifadesiyle; ülke genelindeki kadınlardan güzellik algısını kırıp geçirmelerini, dekolte konusunda daha açık olmalarını, mümkünse yılda bir kez bikiniyle poz vermelerini, vücutlarını teşhir etmelerini, bedenlerini nesneleştirmelerini istedi (pardon, açık eleştiri yapmaya başlamışım).
10 dakika önce kahve yapmak için su koyduğum ısıtıcıdan gelen “tik” sesiyle kendime geldim. Hala gerçekliği hatırlıyor oluşuma sevindim. Kahvenin lıkır lıkır bardakta yükselişini izledikten sonra üzerinde biriken köpüğü parmağımın ucuyla dağıtıp kalp yaptım. Daha sonra yanına eklediğim küçük tatlı bir çikolata ve lokumu kadraja sığdırabileceğim ölçüde bardağın kenarlarına dağıttım. Yalnız içiyor oluşumu telafi etmek için altına bir şeyler yazmam gerekiyordu. “Sana böyle kahve yapmasını istediğin arkadaşına gönder” yazarak paylaştım. Gece için bu yeterliydi. Gündüz başıma gelen ısırılma vakasından sonra zihnimi yeterince temizleyememiştim. 1948 kitabını açtım. 3 kere hatim ettim. Bu zihnimi son derece temizlemiş, inancımı pekiştirmişti.
Gothamam’ın kahramanı olmak için bu halkı uyandırmalıydım. Telefonu açtım. Babamın Oldbook’tan gönderdiği “Dolandırıcılara Sakın İnanmayın!” başlıklı videosunu izledim. “Dolandırıcı olduklarını bilsem zaten niye inanayım baba!” diye iç geçirdim. Daha sonra pelerinimi takıp balkona geçtim. Son bir haftadır gördüğüm, gecenin çok kısa bir anında beliren, şehrin karanlık ufkunu aydınlatan, o siluete benzeyen ışığı beklemeye başladım. Uzun bir bekleyişin ardından gökdelenlerin arasında, birkaç flaş patlamasıyla görünmüştü. Daha sonra dağınık ama keskin ışık dalgalarıyla gittikçe yaklaşmasıyla beraber, evimin bulunduğu balkona doğru süzülüşünü kavramakta zorlanan gözlerimi kısmam gerekti. Bugün diğer günlerden farklıydı. Bu kadar yaklaşmasını bir türlü çözemedim. Son ışık patlamasının ardından tam karşımda durdu. Öylece bakakaldım. Ağzının oynuyor oluşundan bir şeyler söylediği anlaşılıyordu, ama ses yoktu. Biraz bekledim. Daha sonra tekrar başa sardı. Bu sefer ses geliyordu. Belli ki ilkinde sesi açmayı unutmuşlardı. Bana bu son yaklaştığı anda, İtalyanca bir şeyler söyledi. Anlayamamıştım. Bende yaklaştım. Yaklaştıkça duymaya başladım. Gökyüzünü aydınlatan sözleri kulağımda yankılandı; “o ciyanno fatta beyne, pero domanikise nonsisemay perke covani cokatoli sempee poso faretu tolekazo okampo ha!” Bu sözleri duydukça gerçekliğin büyüsüne kapılmış bir şekilde etkilenmiştim. Bu sözler, bu karanlık şehrin, uyandıramadığım insanları için her şeyi kırabilirdi. Ama gerçekten anlamamıştım. Translate açtım. Bir daha söylemesini istedim. Tekrar söyledi. Sözlerin çevirisini ilk görüşümde haklı olduğumu anladım. Bu şehri olmasa dahi beni uyandırmıştı. Translette yazanlar şunlardı; “platonda mağra olayını çok abarttı, önemli olan anı yaşamak. Anı yaşıycaksın abi! Öyle kafaya da takmıycaksın kimseyi, takmayın yaa, zaten ne demişler; az insan çok huzur!”
Yazar: Burak Bayık
Görsel Kaynak: Kolaj yazara ait.