Kral Pygmalion: Düşlerin Gerçeğe Dönüşü

Nicosia’ya yağmur hiç olmadığı kadar şiddetli düşüyordu. Gökyüzü, gece kadar karanlık bulutlarla kaplıydı. Ara ara çakan şimşek kısa süreli ortalığı aydınlatıyordu. Nicosia’daki sarayında kral Pygmalion yağmurdan kaçan saray çalışanlarını ve askerlerini izliyordu. O geceki havadan bir tek o eğleniyor gibi duruyordu. Pygmalion aynı zamanda heykeltıraştı. Sık sık dönemin diğer büyük ustalarıyla buluşur, sanat hakkında konuşurlardı. İçinde bulunduğu sarayı da kendisi tasarlamıştı. Blok taşlardan oluşturulmuş bir yapının önünde iki ayak üzerine oturtulmuş, bir tek kiriş üzerine konulan üçgen sarayın kapısını oluşturuyordu. Kapı daha sonra büyük sütunlarla çevrili dev bir avluya açılıyor, daha sonra avlunun diğer ucundaki dev oyuk kapılardan sarayın içine geçiliyordu. Orada da gelenleri  büyük merkezi avlu çevresinde yer alan bir sürü oda düzeni karşılıyordu. Bu düzen de karmakarışık mekanlar yığını gibi enine ve boyuna sıralıydı. Ve plan ilk görünüşte insanda bir labirent içinde yer alıyormuş etkisi bırakıyordu. Kral Pygmalion, kraliçesiz bir kraldı. Ömrü boyunca hiçbir kadını sevemedi. Bugüne kadar karşısına çıkan her kadında bir kusur buldu. Ona göre Nicosia’daki hiçbir kadın saf değildi ve içinde iyilik beslemiyordu. Kadınlar aşkı kralın tacında arıyorlardı ve tacın sahibinin içindekilerle hiç ilgilenmiyorlardı. Tek istedikleri güç, zevk ve sefa dolu bir yaşamdı. Pygmalion biraz yağmuru izledikten sonra halsiz olduğunu hissetti. Kral olduğu aklına geldiğinde, koca bir ülkenin sorumluluğunu kendinde hissedince içindeki gururun yanında bir de korku belirirdi. Genellikle halkının başına bir felaket gelebilir düşüncesi aklına düştüğünde, korktuğu felaketler sanki yaşanıyormuş gibi kıstırırdı bedenini. Bu kaygılı ruh hali onu halsiz düşürürdü. Yine aynı duyguları yaşayınca tahtının bulunduğu büyük salona gitmek yerine biraz dinlenmek istedi. Dev avluya iki dev sütun arasındaki sarmal kapıdan hızlı adımlarla ilerledi. Tam odasının kapısını açmak üzereydi ki askerlerinden biri ona seslendi. Telaş içindeki ses tonu içindeki huzursuzluğu kamçılar nitelikteydi. Dev kapının büyük kolunu sıkıca tuttu, askerin adımları daha da hızlandı. Dışarıdan sakin ve soğukkanlı görünen bir biçimde bekledi. Asker koştuğu için Pygmalio’nun yanına geldiğinde başındaki miğferin ve üstündeki içi metalden yapılmış askılı üniformanın ağırlığından nefes nefese kalmıştı. Bir süre nefes almasını bekledi ama içindeki huzursuzluk tahammül edilemez bir hal almıştı. Askere sert bir şekilde ne olduğunu sordu. Asker kendini zorlayarak:

-İstediğiniz fildişi taşı geldi efendim nereye alalım?  

Pygmalion derin bir nefes verdi kafasındaki bir an olsun oluşturduğu paranoyakça senaryoyu atarcasına. Kapının kolunu öyle sıkı kavramıştı ki elinin ne kadar acıdığını rahatlayınca fark etti. Bu rahatlıkla içine anlamsız mutluluk geldi. Yüzündeki ifade değişmeden:

-Odama getirin! Saygı ve korku ile karışık, “Hemen” dercesine başını salladı asker. Geldiği gibi yine aynı hızla taşı getirmeye gitti. Odasından içeri girdi, beyaz taştan yapılmış, içinde ufak parıltılı taşlar bulunan koltuğuna oturdu. Anlamsız bir heyecan kapladı içini. Fildişi taşları çok zor bulunurdu ve dünyadaki en değerli taşlardandı. Bu tür nadir taşların hakkını verircesine inanılmaz bir işçilik çıkarırdı ortaya kral. Yaptığı eserler diğer heykeltıraşlar tarafından büyük bir beğeniyle ve hayranlıkla karşılanırdı. Aslına bakılırsa kral olmaktan çok heykel sanatına daha çok ait hissediyordu kendini. Krallık ona zorla dayatılan kendi seçimi olmadığı için onu mutsuz eden bir görevdi. Heykel yaparak hem bu sorumluluktan uzaklaşıyor hem de iç dünyasına kendine ait olan yaşantısına giderek eserler çıkarıyordu. Gözlerini kapadı. Sarayın duvarlarına ve camına vuran yağmuru dinledi. Bir an olsun sakinleşmeye ihtiyacı vardı. Birkaç saniye sürecek olan huzura bıraktı kendini. Kapı hiddetle çaldı.

-Girin.

Askerler kan ter içinde fildişi taşını odasının ortasına getirdiler. Pygmalion birden ayağa kalktı, anında taşın büyüsüne kapıldı. Taşın etrafında birkaç kere döndü gözlerini alamadı. Bir süre hayranlıkla ve iri gözleriyle taşı inceledikten sonra askerlerin hala odada olduğunu fark etti. Askerlere baktığında yüzlerinde kralın ne yaptığını anlayamamanın şaşkınlığı vardı. Onlar için sıradan taşlardan farksızdı.

-Çıkabilirsiniz.

Sakince ve yorgunlukla çıktı askerler odadan. Askerler kapıyı kapatana kadar arkalarından baktı. Sonra yüzünde bir tebessüm belirdi, uzak diyarlardan gelen çok değerli bu taşa “Hoş geldin!” dercesine yavaşça dokundu. Üstündeki halsizliği ve yorgunluğu tekrar hatırladı. Hızlıca üstünü değiştirip yatağa uzandı. Yattığında ertesi gün diğer heykel zanaatkarlarıyla buluşacağı geldi aklına. Bu buluşmalardan her zaman keyif alırdı. Sanatçılar yaptıkları çalışmalardan, başka ülkelere yaptıkları ziyaretler sırasında gördükleri eserlerden ve deneyimlerinden bahsederlerdi. Bu durumun mutluluğu sardı içini birden. Yarın göstereceği Kratos heykeline bakmak istedi son kez ama yatağı onu kendine bağlamışçasına tuttu, kalkamadı. Sonra yalnızlığı düştü aklına. Bir eş bulmalıyım ve halkımın çok istediği gibi bir prens vermeliyim bu krallığa diye düşündü. Ve sonra kadınlar geldi aklına. Tiksinti duymaya başladı. Onlara bakınca sanki içlerindeki zayıflığı ve budalalığı görüyordu. Hepsini bayağılık içinde yaşayan canlılara benzetti. Bunların hepsi bahane idi. Aslında beklediği içinde yarattığı eşsiz kadındı. İçinde yarattığı kadınla Nicosia’daki hiçbir kadını eşleştiremiyordu. Yalnız kalmasının nedeni onu beklemesiydi. Hiçbir zaman anlamlandıramadığı görüntüsünü hayal edemediği içindeki kadın. Onurlu, onu seven ve içinde hiçbir kötülük barındırmayan o kadına kavuşma hayali, bu hayatını yaşanabilir kılıyordu. Bu düşünceler içinde yağmurun duvarı döven ve gök gürültüsünün sesleri eşliğinde uykuya daldı. Bir gölün kenarında uyanıverdi birdenbire. Krallığında daha önce böyle bir yer görmemişti. Yeşilin mavinin tonları düşmüştü gölün üzerine. Kenarında sarayındaki sütunlarını çağrıştıran dev ağaçlar vardı. Ağaçların arkasına uzaklardaki dağların görüntüsü düşmüştü. Kendini hiç olmadığı kadar sakin ve dingin hissetti. Onu boğan her şeyden uzakta tek başınaydı. Manzaraya kendisini bırakmışken ileride beliren şeyi anlamlandırmaya çalıştı. Biri koşuyordu daha dikkatli bakınca kaçar gibiydi. Hemen o yöne doğru hareketlendi. Bir an için kaybetti ormanın içinde, soluklandı ve etrafına bakmaya başladı. Nereye doğru gitti diye düşünürken çığlık sesini duydu. Eğildiği yerden sert bir şekilde sese doğru irkilerek kalktı. Orman içinde minik vadinin tepesine geldiğinde bir kadını yerde karşısında ise aslanı gördü. Kadın sanki artık ölüme teslim olmuşçasına olduğu yerde duruyordu. Aslan ise son bir hamle yapıp yemeğini elde etme dürtüsündeydi. Aslanın dikkatini çekmek için ona doğru seslendi Pygmalion. Aslan kadından gözlerini sıyırarak Pygmalion’a doğru baktı. Kral bir an için ne kadar anlamsız bir şey yaptığını düşündü. Ama buna vakti yoktu. Aslan ile savaşmak kaçınılmazdı. Kılıcını yavaşça ve tereddütle çekti. Aslan yavaş adımlarla ona doğru döndü. Pygmalion bir yandan hamlesini düşünürken bir yandan da içinde oluşan korkuyu bastırmaya çalışıyordu. Aslan ona doğru hızlanmaya başladı. Bir an elinin ve ayaklarının gevşediğini hissetti. Kılıcı o an dünyanın en ağır şeyi gibi geldi. Aslan bir hamlelik mesafeye geldiğinde gücünü topladı, kılıcını kaldırdı ancak indiremeden yere düştü. Aslan büyük bir iştahla Pygmalio’na saldırıyordu. Bir yandan aslanın keskin dişlerini yüzünde hissediyor bir yandan bir çıkış yolu arıyordu. Fakat aslana yem olmak bir anlıktı. Hamlesini doğru yapmalıydı. Avucuna aldığı bir avuç toprağı eline almak için bir anlık boşluk buldu ve toprağı hızlıca aslanın gözlerine gelecek şekilde attı. Aslan sersemledi. Kendini toparlayana kadar yere düşen kılıcını aldı ve aslanın boğazına geçirdi. Kendine gelmesi biraz uzun sürdü nefes nefese kalmıştı. Ölüm hiç bu kadar yakın olmamıştı Pygmalio’na. İlk kez karşılaştığı bu duyguyu anlamaya çalışırken aynı zamanda yorgun vücudunu doğrultmaya çabalıyordu. Ortalığı yine ilk andaki sessizlik kapladı. Etrafına bir kez daha baktı anlamsız gözlerle. Kadın aklına geldi sonra. Bir kadın için bunu nasıl yapabildi hala anlayamıyordu. Hayatı boyunca kaçtığı varlık için az önce neredeyse ölüyordu. Doğruldu ve arkasını döndü. Ormanın içinde ağaçları delercesine yüzüne vuran güneş yüzünden ilk anda göremedi yüzünü. Elini havaya kaldırdı güneşi örtmek için. Ve o güne kadar hiç hissetmediği bir duygu oluştu içinde. İçi oyulmuştu sanki. İçindeki anlamlandıramadığı duygu yüzüne vurdu. Bugüne kadar hiç görmediği kadar güzel bir kadındı karşısındaki. Sanki etraftaki her şey kaybolmuştu. Dünyasını anlamlandıran bir tek o kadındı. Sonra sanki sonsuzluğa gömülü bakışlarını birden kadının yaralı bedenine çevirdi. Ona doğru yöneldi ve kadının yüzüne bir kez daha baktı. Zaman durmuştu. Hayatının ve dünyasının merkezi kadın olmuştu birden. Yanaklarına ve alın boşluğuna dikkatlice baktı. Sonra tepesinden yüzüne süzülen saçlarını ve gözlerinin içini ezberlemeye çalışırcasına dikkat kesildi. Dudaklarına ve çene kemiğine dikkat etti. “Yıllardır beklediğim sendin demek.” diye düşündü. İçi ısındı Pygmalion’un. Özlem duygusu oluştu birden içini kemirircesine. Kadına sarılmak ve bırakmamak isteği doğdu. Derken ortalığı yaran bir ses yankılandı ormanda. Birden cehenneme düşmüşçesine uyandı uykusundan Pygmalion. Odası üstüne çökmüştü sanki. “Hayır.” dedi. “Rüya olamaz.” Hemen doğruldu etrafına baktı umutsuzca. “O gelmişti sonunda kavuşmuştuk.” İçinde en son ailesini kaybettiği zamanda hissettiği bir acı duydu. Bütün bunların rüya oluşu adeta yıkmıştı kralı. Kavuştuğu sandığı kadın gitmişti. Onu beklemenin yorgunluğu vücudunu esir aldı. Hayatın bir heyecanı kalmadığını hissetti. Kapısı kuvvetle çalındı. Girin demeye bile hali kalmamıştı. Aslında artık hiçbir şey istemiyordu. Rüyasındaki kadından sonra her şey anlamını yitirmişti. Rüya öylesine etki altına almıştı ki onu bu uyandığı dünyanın bir rüya olmasını istedi bir an. Kapı birden yine daha sert bir şekilde çalındı, isteksizce:

-Girin.

Asker içeri girip selamını verdi kralına.

-Efendim beklediğiniz heykel zanaatkarları geldi, sizi bekliyorlar.

Düne kadar her seferinde heyecanla beklediği bu buluşmalara karşı isteksizlik şaşırttı onu. Aklı hala rüyasındaki kadındaydı. Yüzünü düşündü, saçlarını…

-Efendim, ne yapmamı istersiniz?

-Büyük salona alın, birazdan yanlarını geleceğimi ilet.

Asker hızlıca ayrıldı odadan. Büyük ve anlamsız bakışlarla yerinden kalktı. Her şeyini kaybetmiş gibiydi. Hazırlanıp yanlarına indi büyük üstatların. İnanılmaz bir coşkuyla karşıladılar Pygmalio’nu. Kendini hiç olmadığı kadar zorladı gülmek için, tek tek sarıldı üstatlara. Onlarla her zaman özel olarak ilgilenir, sorunlarını sorardı. Ülkesinde hiçbir sanatçının zor durumda olmasını istemezdi. Büyük geniş ve uzunlamasına olan masanın etrafına oturdular. Masanın üstü bir sanat toplantısı için fazla şatafatlıydı. Şarap içine bandırılarak yenen arpa ekmekleri, salamura edilmiş zeytinler, taze balıklar ve diğer deniz ürünleri, sadece soylular ve sanatçılar tarafından tüketilen ton balığı ve yılan balığı bu yiyeceklerden sadece birkaçıydı. Pheidias birden:

-Büyük ve yüce Pygmalion, tanrılara binlerce şükür olsun yine bu masadayız. Zeus’u bile kıskandıran bir ziyafet oluyor.

Kral isteksizce sırıtarak:

-Evet üstat Pheidias bu buluşmalar hayatımızın en özel kısımlarını oluşturuyor. Ona layık bir sofra olmalı.

Pheidias onayladı ve:


-Kratos heykelinizi merakla beklemekteyiz.

Elini kaldırıp askerlerine getirin işareti yaptı isteksizce. Diğer üstat Sappho kraldaki değişimi anlamıştı ama anlamlandıramıyordu. Böyle toplantılarda herkesten daha heyecanlı ve coşkulu olurdu. Bugün üstünde anlamsız bir boğukluk vardı. Askerler masanın diğer ucuna heykeli getirdiler. Herkes yemeğini bırakıp alkışlamaya başladı. Herkesi bir kez daha eserine hayran bırakmıştı. Heykelin kol ve bacak kasları ince detayına kadar düşünmüş, gövdesinin her bir noktasını titizlikle yapmıştı. Burun ve alın hatları Yunan erkeklerinden biraz farklıydı. Bazıları bunun bir heykel mi yoksa gri beyaz renginin tonlarının karışımına boyanmış bir erkek mi olduğu düşüncesi arasında gidip geliyordu. Masada heykel hakkında müthiş bir sohbet dönüyordu. Pygmalion ise hiçbir söyleneni ne dinliyor ne de anlamlandırıyordu. Uzun uzun manasız bir boşluğu seyreder gibi gözleri dalıyordu. “Rüyasındaki kadın bir daha gelir miydi, yine görebilir miydi onu yoksa tanrıların bir aldatması mıydı? Onu umutsuzluğa sürüklemek için o kadını mı göndermişlerdi zihnine?” İçindeki sorular boynuna sarılmıştı. Nefes alması güçleşmişti sanki. Pygmalion birden ayağı fırladı. Herkes ne olduğunu anlamaya çalıştı. Kralın yüzünü ilk kez öyle görmüşlerdi. Hüzün ve çaresizlik akıyordu. Elindeki kadehi kaldırdı:

-Buraya geldiğiniz için teşekkürler üstatlar ama artık gitmelisiniz. Bugün kendimi iyi hissetmiyorum. Bir dahaki yemekte bu durumu sizlere ve yüce tanrılara affettireceğim. Askerler size çıkışa kadar eşlik edecektir.

Bu sözlerden sonra kadehi bir dikişte içti. Hemen hızlıca masadan ayrılarak odasına doğru yöneldi. Üstatlar şaşkınlıktan ne bir şey diyebilmişler ne de yerlerinden kıpırdayabilmişlerdi. Onlar durumu anlayana kadar askerler başlarına gelmişti. Pheidias büyük bir öfkeyle kalktı hiçbir şey demeden, ilk ayrılanlar arasındaydı. Sappho ise en son ayrıldı. Bir şeyler sezmişti ve haklı olduğuna kanaat getirdi. Krala bir tek o an o öfke duymamıştı ama kralın arkasından gidip onunla konuşmanın anlamsız olduğuna karar verdi ve diğerleri gibi masadan ayrılarak gitti. Pygmalion kapısına geldi. Kapısının önündeki nöbetçiye bakmadan:

-Tanrılar kötü titanlarını bu ülkeye göndermedikçe sakın beni rahatsız etmesin kimse

Asker tepki vermedi. İçeri girdi kral büyük bir üzüntüyle koltuğuna oturdu, başını ellerinin arasına aldı, daha demin yaptığı hareketin pişmanlığı sardı içini. Üstatlar ölen babası kadar değerliydi onun için. Böyle bir şey nasıl yapabildi, içinde değişen onu saran bu duyguyu anlayamıyordu. Anlayamadığı için öfke duyuyordu kendine. Göğsünün tam ortasına inanılmaz bir ağrı hissetti. Vücudu hissizleşiyordu. Nefes alışverişi iyice derinleşti. Yavaşça kafasını kaldırdı. Fildişi taşına uzun uzun baktı kısık gözlerle ve sonra aniden ayağa kalkarak aletlerini kaptı ve o efsanevi taşa şekil vermeye başladı. Her vuruşta içindeki anlamsız ve belirsizliğe vuruyormuş gibiydi. Her darbesi kadınına koşar gibiydi, her bir santimetresini hatırlamaya çalışıyordu. Onu yanında istiyordu Kral Pygmaliona. Koca 3 gün ara ara nadiren uyuyarak heykeli yontmakla uğraştı. Diğer ülkelerin kralları, elçileri ve ülkenin üstatları sarayın kapısından geri döndüler. Pygmaliona hiçbiri ile görüşmedi. Aklını yitirdiğini düşünenler oldu. 3 günün sonunda kral yorgun düşmüştü. Yerlerde küçük taşlar ve tozlar vardı. Odası darmadağındı. Yere diz çöktü kafasını kaldırıp heykeline baktı ve işte oradaydı. Gözlerindeki yaşa engel olamadı kral. Sonunda karşısındaydı. Donuk ve hareketsizdi kadını. Ayağındaki yaralara kadar yapmayı başarmıştı. Elindeki aletleri bıraktı. O kadar çok çalışmışlardı ki elleri ve ayakları titriyordu. Zar zor ayağa kalktı ve son gücüyle sarıldı heykele. Göz yaşlarına hakim olmayı bıraktı. 3 gün önceki yağmuru andıran bir şekilde süzülüyordu gözlerinden yaşlar. Uzun süren bekleyiş ve umutsuzluk bitmişçesine mutluydu. İçinde yıllardır sakladığı aşk açığa çıkmıştı. Gözlerini sımsıkı kapadı. Açtığında yine rüya olmasından korkuyordu. Gözlerini açtığında içi burkuldu. Hüzün çöktü birden. Zira karşısındaki heykelin farkına vardı. İçinden taşan aşka tepkisiz ve donuk bir kadındı karşısındaki. Belki de içinden çıkan o aşka hayran kalmıştı Pygmalion. Ayrıldı heykelinden yavaşça. Kapıya doğru yöneldi. Yıllardır odasından çıkmamış gibiydi. Kapısını açtı nöbetçi asker birden irkildi. Doğru büyük avluyu geçerek dev balkona doğru gitti. Balkona çıktığında onu gören bütün herkes donup ona doğru baktı. Kralları onlara geri dönmüş müydü? Güneş batmak üzereydi. Sonra sağ elini kaldırıp orada iş yapan halk ve askerini selamladı. Üstündeki şaşkınlığı kısa sürede atlatan halk büyük bir sevinç ve heyecan duydu. Geriye doğru sendeleyince askeri onu kolundan tuttu. Minnet edercesine baktı kral:

-Odama gitmek istiyorum.

Kralın odadan çıktığı haberi üstatların kulağına gitmişti. Memnun olmuşlardı bu habere. Sappho hiç vakit kaybetmeden saraya doğru yola çıktı. Krallarının bir durumu vardı ve Sappho’nun içini yiyip kemiren bu merakı atması gerekiyordu. Sarayın kapısından yukarı avluya kadar sorunsuz çıktı. Yalnız kralın kapısına geldiğinde asker engel oldu. Yüksek sesle:

-Pygmalion sizin için uzun bir yoldan geldim. Lütfen huzurunuza kabul edin, diye bağırdı. Bir süre bekledi üstat. Ses gelmedi:

-Efendi yüce kral Pygmalion, diye bağırdı bir kez daha.

Sappho büyük bir hayal kırıklığına uğramıştı. Kapıya doğru son kez baktı. Sopasını yere sertçe vurdu ve arkasını döndüğünde kapının açıldı. Dışarı çıkan kral ona doğru baktı ve içeri girdi. Sappho tereddütle adım atarak arkasından odaya girdi ve kapı kapandı. Üstat gördüğü manzara karşısında adeta dilini yuttu. Kralın odasının durumu bir yana, daha önce hiç böyle bir kadın figürü görmemişti. Bir an taşın üstünde canlı bir kadın olduğunu düşündü. Kral üstadın durumu anlamlandırmasını bekledi. Sappho rahatlamış, sakin ses tonuyla:

-Bunun için miydi onca sessizlik, 3 koca gün kralım…

Üstadın yanına oturmasını istedi kral el işaretiyle. Gözlerini heykelden ayırmadan kralın yanına oturdu.

-Evet, her şey onun içindi. 3 gün hayatımın kadınını buraya getirmek için uğraştım. Dünyadaki kadınların neden bana manasız geldiğini onu görünce daha iyi anladım üstat. Yaratılmışların en güzeli ve en temizi o. İlk insana Prometheus’un hayat vermesinden sonra bugüne kadar gelmiş en kutsal şey.  Sappho yapılan heykele mi yoksa kralının yıllarca içinde sakladığı aşka mı şaşırması gerektiğini anlayamadı. Üzerindeki şaşkınlığı attıktan sonra 3 gün boyunca heykeli nasıl yaptığını sordu. Birkaç saat konuştuktan sonra üstat ve kralı kapıya doğru yöneldi. Tam kapıda “Yüce Afrodit içindeki aşkı bir gün fark edecek ve ona bir nefes verecektir.” dedi Sappho. Selamlaşarak ayrıldılar. Kral bir süre arkasından durup izledi. İçini birden bir mutluluk kapladı. Anlamsız bir huzura büründü. Onu ilk gördüğündeki aşk ve heyecan tekrar kabardı. Evet Afrodit’e gidip yalvarmalıydı. Hatta adak verirse onu görüp isteğini yerine getirebilirdi. Hiç vakit kaybetmemesi gerektiğini düşündü kral. Hemen hazırlandı, birkaç askeri ile birlikte yola çıktı. İçindeki umut öyle büyüktü ki ne kendi yorulduğunu hissediyor ne de askerlerinin bitap düştüğünü fark ediyordu. Hemen yüce Afrodit’e gidip yalvarmalıydı. Sonunda tapınağa varmışlardı. Ama askerlerin bir kısmı olduğu yere çöküverdi. Kral gelene kadar sadece hayatının aşkı olduğuna inandığı kadını ve ona kavuşmasını düşünmüştü. Askerlerine dönüp tebessüm ettikten sonra onunla gelmemelerini söyledi ve kılıcını en yakın askerine verdi. Dönüp hızlı adımlarla yüksek basamakları çıktı, neredeyse göğe varan sütunların altından geçti. İnce oymaları üstünde eski tapınak yazılarının olduğu eşiği geçerek büyük salona girdi. Karşısında duran Afrodit heykelinin ihtişamı karşısında diz çöktü ve yere kapandı. Sonra doğrularak yalvarmaya başladı:

-Aşk veren ve kalplerimizi attıran yüce Afrodit. Yıllardır insanlara verdiğin o duyguya yabancıydım. Tanrıların yarattığı hiçbir kadını bana aşkı vermediğin için sevemedim ama şimdi siz tanrılar onu karşıma çıkarttınız. Bana verdiğin şey aşk ise onsuz bir eziyet. Onun karşısında eriyorum fakat o sadece rüyama koyduğunuz gibi tepkisiz. Bana bağışladığınız şeyden habersiz. Krallığımın biricik ortağı hayatımın bundan sonraki tek sahibi donuk bir taş. Ama ona yüce tanrılarımızın bağışladığı nefesten verirseniz bana gerçekten dönebilir ve onun için sakladığım aşkı benden alabilir. Yüce tanrıça Afrodit! Halkımız, krallığımız ve içimdeki acının bitmesi için ona hayat ver! Yüce Afrodit’in gücünü ve merhametini bütün insanlar görsün ve duysun!

Bu ağlamadan önceki son yakarışları oldu. Saatlerce o halde kaldı ama ne bir ses ne de değişen bir şey oldu. İçinde üzüntü belirdi. Yüce tanrıçası onu anlamamıştı. Hayatı boyunca kimsenin onu anlamadığı gibi.

Dışarı çıktığında askerleri toparlanmıştı. Hiçbir şey demeden yola koyuldu. İçindeki acı o kadar büyüktü ki içindeki şeyi söküp atmayı düşündü. Krallığının yolunda dinlenmek istedi. Sırtında yükü çok ağır bir yaşlı adam belirdi. Kral, yaşlı adama bu yükle nereye gittiğini sordu. Yaşlı adam duraksadı ve yükünü bıraktı. Yaşlı adam şöyle bir kralı süzdükten sonra:

-Krallığınıza satacak birkaç eşya götürüyorum efendim.

Kral isteksizce başını salladı yükü askerinin krallığına kadar taşıyacağını söyledi ve birlikte krallığa doğru gittiler. Krallığa geldiklerinde askerler yükü yaşlı adama teslim etti ve yaşlı adam minnet dolu gözlerle krallarına baktı. “Tanrılar her zaman bizi duyar yüce Pygmalion” dedi. Kral yaşlı adamın sözleri karşısında donup kaldı. Arkasından sanki uyuşmuşçasına bakakaldı. İçinde yine bir umut yeşerdi. Umutsuzluğun ve hayal kırıklığının zincirlerinden kurtulduğunu hissetti ve koşar adım odasına doğru gitti. Kapıyı sertçe ve büyük bir heyecanla açtı. Karşısında canlanmış hayatının aşkını bulacağını düşündü ve yine aynı donuklukla karşılaştı. Yine aynı tepkisiz kadın! Heykelin karşısına oturdu ve yalnızlığına razı olmasını gerektiğini düşündü. Çaresizliğin ve hüznün kederli duygusuna kendini bıraktı. Dünyanın onun için ne kadar anlamsız olduğunu fark etti. Saatlerce onu cehennem azabını yaşatan duygularla kalakaldı heykele bakarak. Gün geceye dönmüştü. Pygmalion içeri ay ışığına benzer bir ışık süzüldüğünü fark etti. Başını yavaşça kaldırdı. Işığın düştüğü yere baktı. Heykelin ayaklarındaki yaraya düştü ve yaralardan kan gelmeye başladı. Kral titremeye başladı. Oturduğu yerde düşeceğini hissetti. Işık yukarı doğru çıkmaya başladı. Düştüğü her yerde hayat yeşeriyordu. Pygmalion ayağa kalktı. Yine rüyada mıyım diye düşündü ve ışık kadının yüzüne vurdu. Kadın yeni doğmuş gibi derin bir nefes alıp verdi. Pygmalion göz yaşlarına engel olamadı. Hayranlık ve aşk dolu gözlerle sevdiği kadına baktı. İçindeki duygu onun taşıyamayacağı boyuta geldi ve dizlerinin üstüne çöktü. Sevdiği kadınla göz göze geldi ve kadın ona gülümsedi. Ve Afrodit’in sesi duyuldu. “Onun adı Galatea, ona hayatı, içindeki aşk verdi.” dedi içeri giren ses. Pygmalion sevdiği kadının ayaklarına kapandı. Bunun rüya olmaması ve Galatea’nın gitmemesi için yalvardı. Eğildi kadın krala doğru, eliyle kaldırdı yüzünü, sildi göz yaşlarını elleriyle ve öptü sevdiği adamı. Ve tanrılar bu aşkı sonsuz denk hayranlıkla izlediler.


Pygmalion ve Galatea halkıyla beraber mutluluk içinde yaşadı.

YAZAR: Batuhan UÇAR

Batuhan Uçar

TPÖÇG Blog Yazarı | Gelişim Üniversitesi Psikoloji Öğrencisi

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.