
(Bu yazıyı okumak yaklaşık 2 dakika sürmektedir.)
Saate bakmadan yine akıttım bütün zamanı. Zamanın göreceliği değil, zamanın kalıcılığı dedim içimden, bir de güldüm buna. Zaman, kalıcı olandır ve kim ne derse desin aslında hep aynıdır. Özellikle şu zamanlarda saat hep 04.40’ı gösteriyordu. Ne güzel sayı dedim, keşke biri daha fark etse benimle. Çok yalnız hissediyorum yine… Az önce balkondaydım. “Biraz sonra” ve “az öncenin” arasındaki zamanı eritmiştim. Ezan okunuyordu. Sanki mahalleye değil, bana okunuyordu, sanki içime okunuyordu. Ezan dedim, hep sabaha karşı okunuyor.
Birkaç ay öncesini düşündüm, ne yakın geldi. O zamanlar aldığım kokular değdi burnuma, kulaklarımda o sesler yankılandı. Tenim, yanımda sevdiklerimin olduğu o kalabalık havayı hissetti; üstelik şimdi saat kaçtı ve ben ne kadar yalnızdım. Oysa eğer gökyüzünde uçamayacaksan uçurtma olmanın anlamı nedir ki? Eğer başkaları görmeyecekse nasıl, ne şekilde, ne kadar var olduğunun ne önemi kalıyor şu hayatta? Göklerde eskitmeyeceksen, kanatlarını ya da gülüşüne farklı bir can daha katmayacaksan, köksüz bir çabayla ne kadar mutlu olabilirsin? Hissetmiyorsan ya da hissedilmiyorsan, koklamıyorsan ya da koklanmıyorsan, yaşayan bir bitkinin bile senden çok daha hatırası kalıyor gerisinde.
Saate bakmadan yine akıttım bütün zamanı. Bugün ne sabah oldu ne de akşam. Uzun uzun yürüdüm; bilmediğim sokaklar aradım koca şehirde, kendimi kaybedeyim diye. Ben mi aldım yolların acıtan isini, yollar mı benden aldı? Adrese geçmemiş sokaklar ararken “şimdi”lerden aldığım desteklerle köklendim hayatıma. Bulutlar geçti üstümden, bir yerde bir çocuğun karnı acıktı, birisi kovuldu yıllardır çalıştığı şirketten, bir başkası yeni bir tarif denedi yemek daveti için, birisi âşık oldu bir diğerine belki de tam o sıra. Bense uzandım kendi zamansallığımın ortasında. Dursun istedim bir şeyler, dursun da bir anlayım her şeyi. Kimse bir şey sormasın, kimse bir şey konuşmasın, yapmasın, herkes dursun bir saniye. Çok dağınık ve çok kalabalık bir zamanın ortasında yapayalnız kalmıştım. Yürüdüm, yürüdükçe de hızlandım, bir saniye duracak olsam hiçbir şey yapamazdım. Sevdiğim her şeyden nefret ettim, insanlar ve şiirler de dahil. Benim anlatamadığım her şeyi çok iyi anlatan, benim yaşayamadığım her şeyi çok iyi yaşayan her şeyden nefret ettim. Yola devam ettim, kendi yoluma.
Bu sokaklarda tutuklandı bak özgürlüğüm, bu sokaklarda korktum ben işte kendi sesimden. Şimdi kaçsam da koşsam da kovalasam da bir daha ne bulur ne de kaybederim kendimi. İnsan bazı şeyleri bir kez yaşıyor, örneğin, yaşamayı da. Bir değil, bin af çıksa da sen affetmeden kendini ve kavuşmadan kendine, salıverilmezsin kendi acılarından. Sen sevmezsen yalnızlığını, gölgen bile unutur varlığını.
Bir saat daha geçti az öncenin üstünden. Kalkıp gidiversem şu yazının başından birkaç saat daha geç şimdinin sonrasında. Böyle oluyor işte, neyin hangi ara yaşandığına şahit olamıyorsun, kendini mutsuzken takip edemiyorsun. Evdeyken eve dönmek istiyorsun, cam açık nefes alamıyorsun, yaşıyorsun fark edemiyorsun. Sanki son sayfayı yazıyorsun ama defteri de kapatmıyorsun. Önce kaybetmeden, sonra bulamıyorsun.
“Çok özlüyorum hayat seni,
Nerede kaybettiğimi bulsam,
Koşa koşa sarılacağım sana,
Benim diyeceğim, hiç bırakmayacağım!”
Yazar: Sıla Arslan