
Dünya bu zamana kadar çok badire atlattı; buzul çağları, meteorlar, seller, tsunamiler, hortumlar, depremler, heyelanlar… Sayarak bitiremeyiz bu olanları ve nice canlı türü bu felaketleri bir şekilde atlattı.
Size en önemlilerinden birini anlatayım: Dünya’yı etkileyen buzul çağlarından en şiddetlisi M.Ö. 800-600 milyon yılları arasında Kriojenyan Döneminde ortaya çıkmıştır. Bulgulara göre Dünya kar topu şeklini alıp içindeki volkanizma sayesinde bu durumdan kurtulmuştur. Daha sonra M.Ö. 350-260 milyon yılları arasında Karboniferus Permian Dönemleri boyunca kutuplar da belirli aralıklarla oluşmuştur. Daha sonra Dünya 40.000 ve 120.000 yıllık zaman dilimlerinde buzul katmanlarının ilerleme ve geri çekilme döngüsüne tanık olmuştur. Son buzul devri 10.000 yıl önce bitti. Şimdi bir düşünün insanlar olarak şu an bir buzul çağı başlasa kaçımız sağ kalır ya da belirli aralıklarla insanlığın iki tane buzul çağına rastladığını düşünün. Sağ çıkacağımız meçhul. Fakat köpekbalıkları bunu başardı. Tam 400 milyon yıldır bu dünyadalar. Birçok durumla başa çıkıp burada kalmaya devam ettiler. Hesaplayamadıkları bir tek biz olduk. Diğer canlılar gibi. Nüfusları inanılmaz derecede azaldı. Buzul çağlarına bir şekilde dayanmış bu hayvanlar bizim felaketimize dayanamadı. Tıpkı Moalar gibi. 7 milyon yıldan fazladır yaşıyorlardı. İnsanlık çağına kadar. Tazmanya kurdu, Mersin balığı, Hazar kaplanı, Göçmen güvercin, Dodo, Mauritius kırmızı tavuğu. Milyonlarca sayamayacağım canlı türü yok oldu ve en acısı yok olmaya da devam ediyor. Hızlı nüfus artışımız, doymak bilmeyen benliğimiz onlar için doğrudan ya da dolaylı olarak ölüm oldu. Topraklarından sürgün edildiler. Gittikleri yerlere uyum sağlayamadıkları için öldüler. Evcilleştirildiler. Zevk için avlandılar. Çeşitli eşyaların üretiminde kullanılmak üzere canice fillerden alınan dişler sebebiyle son 80 yıldır filler giderek dişsiz olarak doğmaya başladı. Bir filin dişsiz doğması avlanamaması, beslenememesi anlamına gelir. Bu ölmeleri demek. Bu hayvanlar, insan korkusundan mutasyona uğruyor.
Bunca zamandır, insanlık var olduğundan beri, ekolojik dengenin ortasında bir yerlerdeydik. Müthiş bir dengenin küçücük parçalarından biriydik. Doğanın bir parçasıydık. Ta ki aklımızı kullanmayı öğrenene kadar. Düşünmeyi keşfettik ve doğanın bir parçası olmayı bıraktık. Tıpkı içimizde bir zamanlar bizden bir parçayken bize düşman olan hücreler gibi. Kanser, DNA hasarı sonucu hücrelerin kontrolsüz veya anormal bir şekilde büyümesi ve çoğalmasıdır. Düzensiz olarak bölünüp çoğalarak bulundukları bölge dışına çıkabilirler. Bulundukları yerde dokuları ve dokuların işleyişini bozarlar. Dünyada bu tanıma uygun diğer varlık insandır. Kontrolsüz bir biçimce ürüyoruz. Sınırlarımızı aşıyoruz ve gittiğimiz her yeri yok ediyoruz. Sadece kendimizi düşünüyoruz ve kendi önemimizden hiç şüphe etmiyoruz. Tek istediğimiz daha fazla yaşam. İlkel yanımızı, ilkel benliğimizi daha çok tatmin etmek. Bu yüzden, diğer canlılara ve yine bizden olan hatta bizim parçamızdan daha fazlası olan doğaya neler yaptığımızı göremiyoruz. Kanser gibi çoğalarak yok ettiğimiz yine biziz. 7 milyar olan insan nüfusunun 2050 yılında 9 milyar olması planlanmakta. Ne dünya bunu kaldırabilir ne de diğer canlılar. Her yıl 40 bin canlı türü yok oluyor. Ve biz ironik olarak bu canlılara muhtacız.
Çözüme gelirsek, sanırım her şeyin eskisi gibi olma şansı pek kalmadı. Kanser olan dünyamızın geldiği aşama 4. evredir artık. Giderek dünya üstünde yalnızlaşıyoruz. Meslekler ediniyoruz, kariyeler yapıyoruz ama bizden sonrasını hiç düşünmüyoruz. Ne kadar yalnızlaştığımızın farkında değiliz. Ve işin en korkutucu tarafı tarihe baktığımızda doğal felaketleri ve sonuçlarını az çok bilmemize rağmen var olan küresel ısınmanın sonuçlarının ne olacağını bilmiyoruz. Doğa tarihinde başka bir küresel ısınma yok. Dünyanın bu zorlu süreci nasıl atlatacağına dair bir fikrimiz yok. Ama tahmin edilen şu ki birçok eksikle atlatacak. Doğa bir şekilde kendini yeniler. Ondan bu zamana kadar merhametsiz bir şekilde aldığımızı bizden geri alır. Böyle giderse doğamız, ağaç sesleri, baharın temsili yapraklar, keyfiniz yokken sizi gülümseten bir sokak kedisi, yalnızlığınızı paylaşan martı sesleri ya da vapurda sizinle yolculuk eden yunuslar. Tüm bunlar şarkılarda, filmlerde ya da belgesellerde kalacak. Avladığımız, sürgün ettiğimiz, yok ettiğimiz o canlılar yokluklarıyla hayatımızın en büyük dersini verecekler bize. Bir düşünün torunlarınıza bir canlıyı göstermek yerine o canlıyı anlatmak ne kadar acı olabilir?
YAZAR: Batuhan UÇAR
TPÖÇG Blog Yazarı | Gelişim Üniversitesi Psikoloji Öğrencisi