(Bu yazının okunması yaklaşık olarak 3 dk sürmektedir.)
Bahar geldi doğaya, mayıs varlığını altın harflerle yazdırdı semaya. Masmavi şimdi gökyüzü, ne bir bulut var göğü perdeleyen ne bir sis yüreği sendeleten. Kaybolmuş kuşların sesi geliyor dışarıdan, sesleri bir hare olup işitiliyor aydınlıklar arasından. Yaşam kadar aydınlık mı benim dünyam, diye soruyorum ruhuma. Bir ses fısıldıyor derinlerde bir yerlerden: “Olduğun halini sev, olacağın halinden korkma. Bir yaşam yarat bana”. Ruhumun derinlerinden gelen bu ses kulak veriyorum. Doğaya gelen bahar ruhuma da gelsin, yeryüzünü olgunlaştıran kış, büyümek tohumlarını ömrüme serpsin. Yaşamdan korkacak kadar zamanım yok, belki de hiç olmadı; ben harcadım boşu boşuna 56 yılı. Şimdi mi, hepsi boş, hepsi anlamsız.
24 yıl önce mânâlardan mânâ arayan ben, mânâsızlıkta savruldum. Bütün hayatım sanki bir film şeridi gibi geçti önümden, doktor hasta olduğumu söylediğinde. Kulaklarım işitmez olmuştu doktor olabilecekleri sayarken, gözlerim sanki yağmur ormanlarında yağmayı bekleyen bir buluttu ve ben doluluğuma rağmen taşamıyordum. Neyin ne kadar önemli olduğunu bile anlamamıştım çünkü önemsizdi o ân. Doktorun sesi bir uğultu olmuş kulaklarımı ve beynimi tırmalıyordu. Ben daha yaşamayı keşfedememiştim ki, şimdi bir de hastalıkla uğraşacaktım. Hayatımda her şey zaten ters gidiyordu bir de nasıl söylenenleri yapacaktım, bilmiyordum. Doktorun odasından çıkar çıkmaz sokağa attım kendimi. Yere göğe sığamıyordum. Devamlı ilaç kullanmak ve ben, nasıl mümkün olabilirdi? Ağrı kesici bile içmeyi sevmeyen ben bir ilacı ömrümün sonuna kadar içmeliydim, öyle mi?
Hızlı adımlarla yürümeye başladım, gözüm bir iki damla yaş aktığını fark etmemiştim. Yürürken o kadar boş bakıyordum ki önümü görmüyordum. Ne kadar yürüdüm bilmiyorum yerinden çıkmış bir kaldırım taşına çarptım ve dengemi kaybedip yere düştüm. Dizim acımıştı ve hatta kanıyordu ve ben bu acının ne kadar güzel olduğunu ilk defa o ân fark ettim. Canım acıyordu ve güzeldi çünkü acıyacak bir canım vardı. Ne garipti oysa, daha 45 dakika önce teşhis kesinleşmiş ve ben hayatım boyunca bir ilaç içmem gerektiğini öğrenmiştim. Şu yaşıma kadar yaşamayı öğrenemeyen ben, ilaç kullanmayı öğrenecek; güzellikleri göremeyen ben kanayan yaraya bakıp gülümseyecektim, öyle mi? Kulağa o kadar saçma geliyor olduğunu bilsem de fark edişimin böyle başladığını bildirmem gerek. Başladı diyorum çünkü her şey bir çorap söküğü gibi çözüldü, çıktığım doktor odasına koşar adımlarla geri döndüm. Hayatımda ilk defa dürüst oldum kendime ve korktuğumu söyledim, bu süreci okuyarak ve psikolojik destekle geçirmem gerektiğine ikna oldum. Sonrası daha kolay olmuştu, kapitalist sistemin ürünü dediğim “kişisel gelişim” sözcüğüne inanmaya başlamıştım ve geliştiğimi görüyor, değişimi hissediyordum. Odağımı kendimi keşfe adamıştım; uzun ve zahmetli bir yolculuktu. Düştüğüm oldu, vazgeçtiğim oldu ama pes etmedim. Hayatı keşfetmeyi öğreniyordum. İşte böyle başladı bütün hikâye.
Hayat insanı sınar, zorlar ve hırpalar; tıpkı doğaya yaptığı gibi. Sonbaharı vardır insanın, ağaçlardan dökülen hareler gibi hayatından insanların döküldüğü. Kışı vardır; ayazıyla üşüttüğü, sessizliğiyle ürküttüğü. Bahar gelir sonra, yok olduğunu sandığın tohumların filizlenmeye başlar. Sonrası yazdır; hasat mevsimi. Yüreğine ektiğini biçer insan.
Düştüğünü ve savrulduğunu sanıyorsun ya İpek, aslında büyüyor ve gelişiyorsun. Büyümek doğum sancısına benzer, ağlasan da zorlansan da yeni sen doğacaksındır. Bu doğumun adıdır büyümek. Büyüyorsun güzel kızım, en çok da düştüğünü ve yıkıldığını sandığın yerden büyüyorsun. Sil o gözündeki yaşları, büyümek sandığın kadar korkulu bir şey değil. Belki eski tadı yok domateslerin, aynı sıcaklığı alamıyorsun belki bayramlardan ama sen var oluyorsun. Çiçekli bir bahçeden geçmek değil ki var olmak, sarp bir kayalığın zirvesini aramak gibi bir şey. Kendini bulana kadar üşüdüğün, kendini bulduğunda huzuru hissettiğin lezzet büyümek. Büyüyorsun güzel kızım, büyüyorsun…
***
İpek odadan çıktıktan sonra boş boş etrafa bakındım. Hayatımı anlatmış olmam gerçeğine şaşırdım, hiç benlik bir şey değildi. Hoş, her şey insana göreydi. 56 yaşında tonton bir dede olma yolunda ilerleyen bir akademisyendim sadece. 19 yaşındaki öğrencime örnek vermek için hayatımı dökmüştüm. Hüzünse kapımı aralamıştı oysa dışarıda enfes bir mayıs sıcağı ve neşesi vardı. Kalktım ve odanın penceresine doğru yürüdüm.
- Ne düşünüyorsun ki Eşref, sen de büyüdün!
Yazar: İrem Tokyürek
Görsel Kaynak: https://tr.pinterest.com/pin/8725793022875541/