(Bu yazının okunma süresi yaklaşık iki dakika sürmektedir.)
İyi akşamlar efendim,
Size içi soğumuş bir savaşın tam ortasından yazıyorum. Rahatsızlık verdiğim için kusuruma bakmayın ancak münakaşa etmemiz gereken birkaç husus var. Zihnimin hudutlarında sıkışıp kaldım ve bundandır size cevabı olmayan sualler sorma gafletinde bulunacağım.
Öncelikle umuyorum bahsi geçildiği kadar naif, hoş ve anlamlı bir yüzyılsınızdır. Hangi yüzyıl olduğunuzun bir ehemmiyeti yok, mühim olan benim bulunduğum yüzyıl olmamanız. Sizin erdemlerinizin bizim çağımızda neslinin tükenmiş olması. Bu yüzden idealize edildiği kadar sükunet ve saygı bulundurduğunuza inanarak aldım kalemimi elime.
Siz nasılsınız? Ben pek iyi değilim. Bu devrin çocuğu olduğuma canı gönülden inanmıyorum. Sanıyorum ki sizin himayenizden evlatlık alınmışım bu devir tarafından. Üvey ana baba gibi davranmış sonra bana. Haliyle ben de yadırgamışım yerimi. Ricam olacak, beni tekrar himayeniz altına alabilir misiniz? Nezaketin, onurun ve duyguların anlamlı olduğu o yere. İnsanların utangaç biraz mahçup yaşadığı o zamana alın lütfen beni.
Aksi takdirde ben bu yüzyıla ayak uydurabileceğimi hiç sanmıyorum. Nezaketimin gittikçe azaldığını hissediyor, insanlığımdan sıyrılarak bu döneme yaraşır bir şekilde robotlaştığımı düşünüyorum. Aynılaşmış yüzler, tutulmamış sözler, dinlenmeyen cümleler ve betonlaşmış yaşamlar kadar çirkin bir yüze bürünmeye başladı suretim. Artık ormanları ve denizleri sık sık unutuyorum. Bana huzur veren şeylerin gittikçe önemsizleştiğini, silikleştiğini görüyorum. Küçüklüğümün masumiyetini büyüklenmemin karşılığı olarak kaybediyorum. Kaybedenler kulübü gibi bir devir bu, efendim. Bu devir halüsinasyondan başka bir şey değil! Ve ben artık sanrılarımla baş edemiyorum.
Sevmek ya da, sevmek… sizden de mi önceydi yoksa bizimle beraber mi tükendi, bilemiyorum. Biz tükettik bütün sevgileri, üç günde tükettik hem de. Tanıştık, dolaştık ve ayrıldık. İnsanları vitrinde tuttuğumuz porselen bebekler gibi koleksiyonlarımıza ekledik. Bu devir koleksiyonerlerin devri efendim! Ben koleksiyonlarımı satışa çıkarıp size taşınmayı arzuluyorum, mümkünse. Çabasız, ihmalkar ve ihanet dolu sevgiler var her yerde. İhanetsiz güven, terk edilmemiş dün ve kucaklanmış bir merhamet göremiyorum ben kimsenin gözlerinde. Her biri aç köpek gibi kendisine düşen payını bekliyor bu hayatta.
Efendim, öyle masallarla büyütüldük ki biz herkes beyaz atlısını bekliyor. Artık kimsenin atlısı beyaz değil, dörtnala koşuyor ilişkiler! Ben bu dönemin içinde ne kendimi ne de bir başkasını hakkını vererek sevemiyorum. Dikdörtgen bir ekran kadar kavgalar, bir telefon konuşması kadar ayrılıklar. Ya sevgiler! Birkaç günlük mesaj ömrü var. Yahu efendim, ben bu yüzyıldaki gibi sevmeyi beceremiyorum. Ne dünüme hala ihanet ettim ne de hızla adapte olabiliyorum bu değişen dünyaya. Oysa dünya çoktan değişti beni beklemeden. Ben hala sizin bıraktığınız yerdeyim, birkaç devir öncesindeyim. İşte, hiç ait olmadığım bir devire dahi sadıkken nasıl bu dünya düzeninde hayatta kalabilirim?
Sonra düşünüyorum. Şayet bir düşünür olsaydım eskiden, hayattan kaygısız, en büyük kaygımın hayatın kendisi olduğu; büyük işler başarırdım. Hayır, bu bir yanılsama değil. Ne bir büyüklenmemin alameti ne de egomun baş göstermesi… faydasız bir mütevazılıkla söylüyorum bunları. Bu çağda çuvallamış bir yabancının sözleri bunlar! Efendim, beni bağrınıza bassaydınız eğer hakkını vere vere yaşardım dünü. Bugünü sever, yarınlara devrim yapardım. İlk kitabım bu çağdakilere kılavuz niteliğinde olurdu. Sevmeyi, sevilmeyi ve insan olmayı öğretirdim onlara. Ancak önce beni kucaklamanız ve insan olmayı öğretmeniz gerekiyor. Ricam şudur ki, bana insan olmayı öğretin.
Sevgilerle,
Birkaç yüzyıl sonrası.
Yazar: Almina Kesler