Bir An, Bin Fısıltı

"Oysa o fısıltı bir kez susturulmazsa, insanın en büyük düşmanı haline gelir; hem de en derinlerinde, kendi içinde. Her şeyle ters düşebildiğimiz bu kaotik evrende insan; biricik kendisiyle bile anlaşamıyor, en büyük sıkıntısı aynada gördüğü oluyordu."

(Bu yazının okunması yaklaşık 3 dakika sürmektedir)

Saat akşam üzeri beş gibiydi, güneş yavaştan batmak üzereyken çıkmıştım evden. İç sesimin dışımdaki sesi bastırdığı o günlerden biriydi. Karaköy sokaklarında dolaşıp kafamı dağıtmaya çalışıyordum. Fransız Geçidi’nde, küçük ama insanı andan uzaklaştırmaya yetecek kadar büyük bir kafeye oturup karalamaya başladım sayfaları. Sayfalar da benimle konuşmaya başladı bir süre sonra. Karaladım da karaladım. Konuşma derinleşmiş olacaktı ki kahvemin geri kalanı buz gibi olmuştu. Yine de küçük bir yudum alıp geri bıraktım kupayı. Konuşmanın sonuna gelince tekrar ayaklandım ve beni çağıran sokaklarda dolaşmaya devam ettim; fark ettim ki yolum boğaz manzarasına çıkıyordu.

Rüzgarın soğukluğu keskinleşmeye başlıyordu. Dikkatim denizdeki dalgalara, köprünün kırmızı ışıklarına ve nereden geldiğini bilmediğim karanlık gökyüzünde dolaşan beyaz ışıklara kayıyordu. Bu manzara karşısında düşüncelerim, denizin durgunluğu kadar sakinleşmişti; benimle birlikte etrafı keşfediyordu. Çevremdeki insanlara kaydı dikkatim bir süre sonra. Belli ki manzaraya odaklanan tek kişi ben değildim. 

Sarı gömlekli, kahve tonlarında şapkası ve sırt çantası olan bir adam vardı. O da benim gibi durup izledi bir müddet manzarayı, sonra fotoğrafını çekmeye başladı. Farklı açılar deniyordu; bir süre sonra cebinden küçük bir ayna çıkarıp, yansıtarak yeni açılar yakalamaya çalışıyordu. Çektiği fotoğraflara bakıp, lensini temizleyip tekrar kamerasını açıyordu. Biraz duraksayıp tekrarlıyordu yaptıklarını. Bu denli çabalamasını görmek beni içten içe sevindirmişti. Çünkü asla denemekten vazgeçmiyordu, tekrar tekrar deneyecek gücü vardı içinde. Belki bu istikrarı kıskanmış dahi olabilirim. Elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyordu belli ki. 

Ancak nispeten uzun bir süre sonra adamın hala fotoğraf çekmeye devam ettiğini gördüğümde düşüncelerim birden değişiverdi. Belki de sürekli en iyisini yapma uğruna kendini harcıyordu. Tıpkı bir mum gibi, daha parlak yanabileceğini kanıtlamak isterken daha fazla eriyen ama bunun farkında bile olamayan bir mum gibi. Oysa eminim ki güzel açılar yakalamıştır. Ama bazen içeride işler öyle yürümüyordu. Bir fısıltı olabiliyor içimizde her daim bizi suçlayan, ne yaparsak yapalım yetersiz hissettiren, her zaman daha fazlasını yapmamız gerektiğini ve bundan daha iyisini başarabileceğimizi fısıldayan o yıkıcı ses. Belki de o adamda da aynı fısıltı vardı; her denemede, her fotoğraf karesinde, kendine daha fazla yüklenmesine neden olan o fısıltı. 

Oysa o fısıltı bir kez susturulmazsa, insanın en büyük düşmanı haline gelir; hem de en derinlerinde, kendi içinde. Her şeyle ters düşebildiğimiz bu kaotik evrende insan; biricik kendisiyle bile anlaşamıyor, en büyük sıkıntısı aynada gördüğü oluyordu. Sahi insan nasıl kopabiliyordu kendinden? Kendinin farkında mı değildi yoksa aynada gördüğü kendisi mi değildi? Neydi fısıltıların sesini bu denli keskin kılan? İnsanın kendinden başka kimi vardı ki bu kadar acımasızdı kendisine? Arası mı bozuktu acaba, yoksa daha önce hiç arası mı olmadı karşısındaki yansımasıyla? 

Biliyorum, biliyorsun; hayat bazen bir hız treni gibi. Bir an zirvede, bir an dipte buluruz kendimizi. Ne kadar hızlı aşağı düşersek; belki aynı hızda, belki de daha yavaş yukarı çıkabiliriz. Ama bu iniş çıkışlarda yanınızda olacağından emin olduğunuz tek kişi yine biricik kendinizdir. Peki ya kendinize de sırt çevirirseniz? Bu yolda nasıl ilerleyebilirsiniz o zaman? Fısıltılarınızın sizi kuşatmasına izin vererek, kendinizi üzen bir yol arkadaşı olursanız, bu yolun neresine varabilirsiniz? Oysaki unutmayın, onlar sadece birer fısıltı. Fısıltı olarak kalmalarına izin verin; sizi bastırmalarına, yönünüzü şaşırtmalarına değil.

Adam, uzun bir süre sonra kamerasını çantasına koydu ve son kez manzarayı süzdü. Ardından arkasını dönüp yürümeye başladı. İstediği anı yakalayabildi mi, yoksa sonunda çekmekten mi vazgeçti? Kendisi mi kazandı, yoksa içindeki o bitmek bilmeyen ses mi? Asla bilemeyeceğiz. Ancak itiraf etmeliyim ki bu sorunun cevabını bilmemeyi de tercih ederim.

Tuana Bozdemir

https://pin.it/48d0qnqTD

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.