ACILARA TUTUNMAK
Yarama dokunmasana deriz. Yarama, acıma, çaresizliğime, umutsuzluğuma, dokunma. Öyle anlar yaşarız, öyle zamanlar gelir ki; keskin bir fırtına umudumuzu yarı çıplak bir şekilde soğuk kaldırım taşında kimsesiz bırakır ya da domino taşı gibi dizdiğimiz mutluluklarımızı kusura bakmayınlar tek bir hamlede alaşağı eder, kimi zaman da 9.1 büyüklüğündeki insanların oluşturduğu enkazın altında kalır yüreğimiz. Ne yaşarsak yaşayalım filmin sonunda hiçbirimiz eli boş dönmeyiz evimize, hepimiz avuç avuç acıları doldurduk ceplerimize. Her birimize armağan edilen yaralar farklıydı belki ama sonunda yüreğe kondurulan buseler aynıydı; soğuk birer acı!
Yeri geldi uykuda dindiremediğimiz bir hastalık olup kimimizi ağlattı, kimimizi düşürdü, kimimizi aramızdan erken ayırdı. Boynumuza geçirdiğimiz acılar birilerinin altındaki sandalyeyi tekmelemesini bekledi, omuzlarımıza aldığımız acılar ise bataklığa sürükledi, yeri geldi pranga oldu ve merdivenden alaşağı etti bizi. Çoğumuz düşünmüşüzdür neden acı çektiğimizi, acının faydasının ne olabileceğini, gereksizliğini. Hangimiz neden ben diye isyan etmedi ki, milyonlarca insan içinde neden ben. Neden mi sen, belki de hayat sana bardağa dolu tarafından bakmayı öğretecektir. Varsayalım ki yaşanılan mutluluklarınız acılarınızla çarpılıyor bu noktada acısı az olan kişinin cepleri her zaman mutlulukla dolacak, ne kadar az acı o kadar mutluluk diyebiliriz. Peki, eğer acınız sıfırsa ne olacak? Sıfır çarpı mutluluk elde var sıfır. Hiç acı çekmeyen bir insandan mutlu olmasını beklemek kadar saçma bir beklenti yoktur. Acı çekmeyen bir insan mutluluğu neyle kıyaslayacak, “Mutluyum, geçmişteki acı tecrübelerime nazaran.” diyebilecek mi? Karanlık olmadan aydınlığı göremediğimiz bu evrende mütemadiyen aydınlıkta ışık aramak ne kadar doğru. Hissedilen her acının sonunda nefes almayı öğrenir insan, biraz daha büyür ve mutluluğa bir ilan panosunda rastlanmayacağını öğrenir.
Ne diyordu Bukowski: “Bazı insanları acı büyütür ve yaşatır. Acı çekmeden; daha doğrusu yeterince acı çekmeden, yitirmeden, o korkunç yalnızlığı tatmadan kendisi olamaz bazı insanlar. Ne zaman ki en sevdikleriniz yan çizer, ne zaman ki birer birer düşürür herkes maskesini, ne zaman ki yalnızlıktaki o muhteşem gücü keşfederseniz, o zaman başlarsınız gerçekten yaşamaya…”
Yaşamayı öğretir bize acı, düştüğümüzde emeklemeyi, emekledikten sonra yürümeyi. Kendimizi kendimize o kadar saklıyoruz ki. Acıya kendimizden bir parça vermek istemiyoruz. Acılarımızı yaşamadan öyle derinlere gömüyor, üzerine tonlarca toprak örtüyoruz ki birisi kazmaya çalıştığında “yarama neşter vurma!” diye tepki koyuyoruz. Doktor hastanın yarasını iyileştirebilmek için neşter vurur. Madem biz de acılarımızı yaşamadan üzerini örttük, bırakalım da birileri neşter vursun, vursun ki yaşatalım kendimizi bırakalım birileri o toprağın içine gömdüğümüz acıyı çıkarsın, çıkarsın ki kök salıp bir ağaç olarak çıkmasın yeryüzüne. Acılarımızı yaşamak için kendimize vakit tanıyalım, kaçmak mağlubiyeti kabullenmektir. Savaşalım, yüzleşelim, büyüyelim, tecrübe kazanalım, ağlayalım, öğrenelim. Acının gözlerde bir damla yaş, kadehlerde bir yudumluk sızı bırakıp bir daha gelmeyeceğinin garantisini vermeden çekip gittiğini öğrenelim.
Sonun nereye vardığını bilmediğimiz bu tabelasız yolda yaşanmışlıklarımızı sırtlayalım acısıyla tatlısıyla. Karanlık çökmeden yıldızları göremezsin, beyaz bir sayfada acılarımıza yer açalım ki, acılarımızın içinden aydınlığı seçebilelim. Acı çekelim ki yaşamayı öğrenelim ve acıyı yaşamadan mutluluğu tadamayacağımızı.
Yazar: Gizem Erdoğan